12 Ocak 2010 Salı

Atina'dan Patra'ya




Atina'dan sonra tekrar otobüs yolculuğu ve daha uzaklara: Patra'ya...

Patra'ya ulaştığımda daha da evde gibi hissettim. Otobüsler, sokaklar... sanki orada büyümüşüm hissi veriyordu. Ara sokaklarda İstanbul'da sandım kendimi, Moda'da dostlarla gibi. Ondandır belki orada tanıdıklarımı çok sevdim. Bağı hiç koparmadım çoğuyla. Daha sonra dağılmış olsak da ülke ülke.

Orada neredeyse her gün yağmur yağdı. Hep ıslak ayakkabılarla döndüm kaldığım yurda; ıslak çoraplar, ıslak mont, ıslak saçlar, soğuk bir gövde. Suçlu bir çocuk gibi odaya gelip üstümü başımı değiştirirken, düşünceler gülümsetti beni.

Hayatımda yeni bağlar kuran insanlarla yürüyorduk. Yağmur inat eder gibi hızlandıkça hızlandı. Kaçıştık kedi yavruları gibi, koştuk koştuk koştuk...Nefes nefese minicik bir kiliseye girdik! Yaşlı kadının şaşkın bakışları içinde, sırılsıklam genç bedenler , sıcak mumlarla bezeli kilisede bağrışıyorlardı. Fotoğraflanmaya değerdi sanırım.

Patra limanı...Beklerken orada bir kaç kişiyi, bir çok göçmen dolanıyordu etrafta. Hepsi gruplar halinde geziyordu, yüzlerinde beklenti ve bıkkınlık ifadeleri aynı anda varoluyordu. Dışlanmışlık? Yurtsuzluk? Aidiyet arayışı? Yaşam savaşı? Potansiyel suçlu?

Takip eden günlerde Patra'yı dolandım. Sakin ve sevimli bir yer Patra. Yıkık kalelerin kapılarında yazılar var. Bir millet için yazmışlar. "Yıktılar geçtiler, sonradan restore edildi." yazıyor. Nesillere akıp gidiyor sebepsiz bilgiler. Tarih tekerrürden mi ibaret? Korku neden?

O sıralarda Atina'yı ve Patra'yı ağlatıyorlardı insanlar. Yıkıp kırıyorlardı etrafı haklı sebeplerle ölen genç için. Polis tarafından yaşatılan sevimsiz olay... Ters giden şeyler için yakıyordu insanlar, yenen haklar için, daha iyi yaşamak için; Patra da ağladı. Ama bizzat gördüm kimilerinin yüzündeki "asla vazgeçmem davamdan" ifadesini. Bu ifadenin milleti yok ki, dili yok, ırkı yok, cinsiyeti yok.

Patra'da ara sokaklarda gençler gecelere sahip çıkmış. Tarihi eserlerin arasında dansedebilmek! Barın kapısını açıp dışarı bakmak yeterli bunun için.

Bir de köprüsü var Patra'nın; Nafpaktos'a geçebiliyorsunuz.

Ah! Nafpaktos! Herşey minikleştirilmiş gibi! Minik liman, minik kale, minik sokak, minik sahil...Ama kaleye tırmanırken sessizlik ve yeşilliğin içinde, huzurun içime dolduğunu hissettim. Öyle ki, bu huzur orada fazlasıyla depolanmıştı. Şimdi o günü her düşündüğümde huzur yayabiliyorum içime, damarlarımda gezinebiliyor az bir süre için bile olsa, gülümsüyorum.

Orada zamanda yolculuk etmek istedim. Belki de ettim farketmeden. Yıllar sonra buralarda yaşayabilmenin yarı gerçek yarı hayal düşüncesi ile içtim kahvemi tepeden. Gözlerimi kapadım bir iki dakika, dinledim sadece; gördüm kendimi ve mavi beyaz teknemi limanda, yanımda sevdiğim bir iki kişi...Derin bir nefes...

Galiba orada kendimden en büyük parçaları bıraktım ve bir o kadar da aldım. Hep sorguladım bir çok şeyi orada her gece yatağımda. Bu gençler, akıllar, bu kültür birbirinden nasıl ayrılmış? Şarkılarda, kelimelerde, bakışlarda, tende, gülüşte...birleşiyor renkler beyazda. Hüzünlendim geçmişe, çocukluğuma; ders kitaplarından ne öğrendiysem hepsine. Yitip gitmiş bir çok altın tozuna tozlu sayfalardan aslında...

Ağlamaklı, birbirine aşık iki kıyı...Parça parça olmuş, canı yanmış iki kıyı! Ama yine de türküler tutturmuşlar. Kavuşsunlar; en azından zihnimde.


(Birinci ve son fotoğraf patra'dan, diğerleri ise Nafpaktos)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder