31 Ocak 2010 Pazar

Hoşçakal



Uzun zaman önce gözyaşları içinde terketmiştim seni.

Tüm anılarım, tüm bağlarım, üzüntülerin sevinçlerim sende birikmişti; hep dolanıyorlardı belimden ve mis gibi kokuyordu seni düşündüğüm her an hava.

Başka bir şehire geldim, kasvetli bir yere. Senin yüzünü gördüm herkesin yüzünde. Bakışlar yabancıydı, çok yabancı ama seni buldum sıcak gülüşlerde; benzettim her köşeyi sana.

Dengesiz bir ruh halin vardı, sevdiğim, bana benzeyen çok. Kah ağlardın kah gülerdin, bir hışımla tokat atıp, gelir sevişirdin benimle.

Alıştım ben buna.

Tek düzeliklerden kaçar oldum.

Senden gittim, hiç birine ait olamadım daha sonra. Olamam gibi geliyor ya bana hala, sen dahil.

Ağlattın ya beni çok, gezerken yaşlı sokaklarda, çocuk aklımla aşık olmuşum sana! Ama öğrettin bana güzellikleri de, sevmeyi de, sevilmeyi de.

Nasılsın bir şeysin sen! Bu kadar zengin olamaz yüreğin, tüm sevmelerimi de olduğu gibi kabul ettin, en büyük aşkımı da sana benzettim, çıtın çıkmadı.

Hep bağlayıcı oldun, ayıran olduğun kadar. Hiç sert iklimlerin olmadı, hep gülümsedin.

Huzur dağıtan sen oldun, vapurların ardında kalan köpükler gibi, hikayeler anlattın bana. Masallarım seninle anlam kazandı, bütün çocukluğum sende, kadınlığa adım atarken minik bir kız çocuğundan, uzaklara attım kendimi senden. Yoksa üzerdik birbirimizi. En azından değerimizi bildik, tadında kaldı herşey aramızdaki. Özledik ya! Gözyaşı döktük ya! Daha ne isterim ki!

Şimdi bu babacan şehirdeyim, sana hasretlik günlerimden kalma, kabul eder misin bir hediyeyi?

Şimdi İstanbul kokuyor mutfakta
Odamdaki ışık,
İstanbul'un güneşi gibi.
Duvarların beyazı martılar
ve yatağımın kenarıdır kıyılar...
Ben ki herşeyiyle bir İstanbul aşığı,
Fakat sabır içimdeki
Göreceğim ışığı,
Süzülse de "İstanbul"
Yanağımdan aşağı...

Ayça


Saatler sonra en güzel semtlerinden birinde bir gece geçireceğim seninle İstanbul...

Barışalım seninle olur mu ? Şans getir bana, huzur getir tekrar, okşa saçlarımı.

Senden geçip gidecek olsam da , terkedecek olsam da, zihnimdeki uzaklara yelkenleri açacak olsam da...

Hoşçakal.

29 Ocak 2010 Cuma

Ankara

Ankara...

İlk geldiğim gün apaçık zihnimde.

Ankara'da fotoğraflarım çok ama Ankara'nın kendisi ile, yani şehrin kendisi ile pek de yok. Sebebini soramıyorum.

Ama seviyorum bu şehri. Dinginleştiriyor beni. Bir çok şeyi sorgulatıyor, o dinginliğin içinde fırtına kopsa da, bilgece cevaplar peşinde koşturuyor.

Bir gün sora ayrılacağım, kimine göre uzun kimine göre kısa bir süreliğine.

Vakit, hiç bir zaman anlayamadığım zamanın aralarına sıkışmışlıkları çıkarma vakti.
Düşününce Ankara'ya ilk gelişimde buraya İstanbul ile gelmişim! Peşimden bir çok anı kovalamış, bacaklarıma dolanmış, çekmiş de çekmişler beni. Her suret, her laf...Hatta eski üzüntüler ve kırgınlıklar da...

Zaman hep olduğundan daha da hızlı akmış; çimlerin üstünde uyku rüya gibiymiş. mayıs ayında.
Ama, daha derinleri burada yaşamışım İstanbul'dan ziyade. Başkalıklardır belki, derinlik sandığım bilmiyorum.

Aşklar daha isimsizmiş. Fakat o kadar farklı hikayeler anlatmışlar ki bana! Hepsi bir parçam olup, yeni yollar bulup akmışlar adeta; karışıp nehire çözünmüşler.

Kalemim güçlenmiş. Korkusuzlaşmış sanki. O korkudan uzaklaştıkça ben korkmuşum delicesine; yatağımın kenarına çömelip ağlayarak başa çıkamayınca, titreyerek ve bembeyaz bir suratla.

Nefes alabilmişim ama Ankara'da, uzun ve derin nefesler. Kontrolünü sağladım derken, bir asilzade gelmiş altüst etmiş, minnetle ve bir itaatkarlıkla kabul ettiğim.

Şiirleri açıp okumuşum, insanlara atfetmişim. O kadar az yazmışım ki, içim donuklaşmış adeta, kısacık zamanlar gitar çalmış, dansetmiş, şarkı söylemiş ve hayal kurmuşum!

Şimdi ise...
Şimdi o zamanları geri kazanmaya başladığım anlar silsilesi içindeyim. Fakat onların değerini giderken anladım, dönmeyi dilerken bulunca kendimi.

Ankara bana öğretmiş, nasıl bağlar kurmam gerektiğini. İçime sakinliği bırakan (bir o kadar da uzaklar hakkında hayal kurdurup coşkulandıran) şehrin kendisi ile bütünleşen anılarmış. Bu şehirde bir çok dengesizlik muhteşem güzelliği ile ayağımın önüne serilmiş. Yaşlı ve bilge Ankara...teşekkür ederim.


Uzun zaman olmuş, yazmışım:

Köşe

Azdır belki adına yazılanlar
taşına toprağına adananlar...
yoktur belki büyüleyen güzeliğin
gecelerin dışında.

sessizlik ve karanlık bastırınca,
bir köşede ağlama
Ankara...


Ayça...

İki gün önce olsa gerek, bir posta aldım. İçinden insanı ilk gördüğünde neşelendiren bir defter çıktı. Bu defter zihnimdeki uzaklarda seyahat ederken beni kendime yakınlaştırmasını ümit eden ellerden gelmişti bana. Bu hissin kelimeleri yok. Kısacık birliktelikler çok derin yerlere taşıyabiliyor insanı. Yine Budapeşte anıların arasından göz kırpıyor bana. Orada tanıştığım ve güçlü bir bağ kurduğum o sonsuz insana, Özge'ye teşekkürler.





18 Ocak 2010 Pazartesi

Yeni doğan ay!


Bugün 18 Ocak.
Doğum günüm. Hızla zamanın geçmesi, anlam veremeden ben...

Gülümsüyorum ilk saatlerinde odamda yerde oturmuşum, sıkılmayı bıraktım, ummayı bıraktım. Sadece güzellikler düşünüyorum, güzel insanlarla hayalleri paylaşıyorum; hayallerde diyorum, esas varoluşum.

Sahil kasabalarında, güneşli havalarda, mor mumlarda, çilek kokularında, vanilyalı tütsü dumanında, şiirlerin son kelimelerinde, Fransızca'da, Latince'de, İstanbul'da, Budapeşte'de, mis kokan tenlerde, güzel kadınlarda, mavi gözlerde, kendimi kaybettiğim gecelerde, müziğin içinde, keman sesinde, piyano sesinde, akordeon sesinde, fotoğraf karelerinde, "kimsin?" sorularında, "neden ben?" sorularında, gerçek ötesinde, toprak kokusunda, şifreli konuşmalarda, yapayalnız uzaklarda gezmelerde,zifiri karanlık gecelerde, hayali arkadaşlarımda, kalp kırıklıklarımda, korkularımda,sıcak çikolatada, fransız filmlerinde, şarap ve dansta,"var mı bana söylemek istediğin bir şey?"lerde, aklımı kurcalayan "varolma" sorularında varolmuşum.

"İnsanlar ikiye ayrılır: Ayça Alaylı'yı tanıyanlar ve Ayça Alaylı'yı tanımayanlar. İkinci grubun durumu vahimdir, dünyaları farkında olmasalar da bir nevi renksizdir. Üzülürüm hallerine, bir gün yollarının kesişmeleri en büyük temennimdir kendilerine. İlk grup ise şanslıdır çünkü O hep yanlarındadır. Bir sözü bir gülüşü... yeter, anlatılmaz yaşanır. O yüzden ki ilk grup iyi bilir 18 Ocak'ın önemini. Ben de bilirim, ve hiç çekinmeden de haykırırım yüzüne: İyi doğdun Çaçam ve ben iyi ki ilk gruptayım!" demiş Pelin, hayatıma yön veren, bir dokunuşu ile ışığı gösterebilen nadir insanlardan biri.Bunun nasıl huzur verdiğini ve beni hiçlikten çıkarıp varlığa bağladığını yazabilmek isterdim.

Dağılıyorum evrene.

Bu yazıyı yayınladıktan sonra diğer ikizim ( yani üçüzüm mü demek lazım bilemedim) benim kalbimi heyecanladıran bir yazı yazmış.

Hayatıma yön veren, beni kendime tanıtan, yüzleştiren ve hayatı yaşanır kılan insanlar. Sizi seviyorum!!!

"ne kadar zor bir gun gecirdim anlatamam. Calismak cabalamak, ayakta durmak, gun gecsin diye beklemek. ama pes etmemek.. Nedense bir guc beni ayakta tutuyordu, Çaça'nin dogum gunu... Canim benim, hayatimda hic kimseyi kendime bu kadar yakin hissetmedim, kendi yanimda yokken bile. Hazirlikta baslayan arkadasligimiz, biz ilk senligimizde beraberdik ya ayca, hafif sarhos beni arayip beraber takilalim bugun dedigini hic unutmam. Su laf cok hosuma gider, bizim tanismamiz da boyle sanirim:
"Friendship is born at that moment when one person says to another: "What! You, too? Thought I was the only one."

You're not the only one, and i'm not the only one. Benim gibi hisseden bir insanin varligi...

Senin benim icin ne kadar cok onemli oldugunu, benim icin ne ifade ettigini soyleyebilmem icin gereken kelimeler daha yaratilmadi Ayçam.

je t'aime, iyiki varsin
xxx
Selin

Gülümsüyorum.

17 Ocak 2010 Pazar

Batı Hayali

(Çok önceleri, penceremin pervazında, çatı katında, oturup gecenin bir vakti, yaz vakti, Kuşadası'ında...)


Bu gece...
Bu tatlı serin gece...
Kapat gözlereini, görmeye, parlayan yıldızları,
Şeftali bahçelerini...
Almıyor musun, anne sütü gibi kokuyu,
Tertemiz geceden?

Kapat; bir nefes al bir nefes ver
Şükran dolsun için, neye; belirsiz...
Otur pencere pervazına
Bir şeker at ağzına
ve işlenmiş bir yorgan gibi serili gökyüzünde bul
Sığmayan huzuru,
Yazmaya koyul!

Yaz!Nasıl bir fırtınadır, kopan bu yürekte ki,
Yaprak kımıldamıyor!
Yaz! Gecesine hasret kalabilmekte maharet,
Genç bir kadın gibi mevsimin,
Aşık olmamak ihanet
ve binbir türlüsüne karışmamak hissin.

Gezin alemlerde, uçup batıya dağların tepesinden
Güneşi selamla, salınan gecenin köşesinden,
Aç gözlerini; bir nefes al bir nefes ver,
Bu tatlı serin gece,
Bu gece...




Fotoğraf: Okan Vural, Kuşadası.

Ne çok eski ne çok yeni....Ankara'dan


Öylece oturup Kızılay'da bir banka,gelen geçeni izlemek dalgın gözlerle...
Sağımdan solumdan hayatlar geçerken, kendi hayatımı sıfırlıyorum. Gülüşmelerle, kızgın sözlerle...geçip gidiyorlar. Beklediğimi unutuyorum birini, sanki buradaki ağaçların dostuymuşum, yıllardır burada duruyormuşum gibi.

Yanıma oturan kırklarında kadının şaşkıın bakışları arasında, "sol elim" ile yamuk tuttuğum kalem titriyor. Ankara Mart ayında soğuk ne de olsa. Masmavi gözlerini arada kaçamak kaçamak gezindirip burun çekiyor.

Hafif bir rüzgar esti. İstanbul'u anımsattı bana. Sahil çay bahçelerini... Ne kadar uzun zamandır içime işleyen yüzler var kıyıda. Şu gelip geçenler, yabancı soğuk yüzler!

Gençler, yaşlılar, "anne bu kim?" diye bağıran bir çocuk sağımdaki heykele doğru...Sadece onlar da değil, başımın hizasında uçuşan serçeler... Ama hava onlar için de soğuk, gökyüzü gri ve hava kasvetli, hani mart ayı için.

Oturdukça ellerim üşüyor, burnum akıyor. Atkımı bir kat daha sarıyorum. Hareketlerim en az seviyede, yazı hariç. Kucağımda hiç okumadığım gazetem. Soğuk soğuğu tetikliyor, bir de yalnızlığı.

Geçmişinde bana benzeyen kızlar ve gelecekte benzemekten korktuğum ( yersiz korkular) kadınlar dolanıyor. Konuştukları bir hikayenin devamı gibi neredeyse. Şaşırtıcı derecede herkes bambaşka ama bir o kadar da aynı.

Ve bir anda telefonun çalışıyla ivme kazanıyorum. Sağlam bir dostun sesi içimi ısıtan; İstanbul'dan. O anda kendime kızıyorum, bu hangi yalnızlık, ümitsizlik, hareketsizlik?

Sanki hiç konuşmadan bağ kurdum yanımdaki kadınla. Sanki ortak birilerini bekliyoruz. Bekleyişte olduğu çok açık çünkü.

Beklediğim hala gelmedi. Isınmak için o boyuttan ayrılıyorum. Yürümeye koyuluyorum.




(fotoğraf: Okan Vural)

Komşuya kadar gitmek(!)



Komşuya kadar gitmek gibi kolay olsa keşke o topraklara ulaşmak her seferinde.
Zihnimdeki uzakları yakın ettim; toparlandım ve bindim otobüse. Yolda hiç susmadım neredeyse hep güldüm,konuştum ve Selanik'e kavuştum.

Selanik de diğer kentler gibi "ev" hissi uyandırdı. "Yabancı" olma kavramını lügattan çıkarmıştı.

Arkadaşlarıma sarıldım uzun uzun. Sarıldıkça sarılasım geldi.

Damağımdan tadı gitmeyen yemeklerle donattılar masaları, kulaklarımda çınlayan müziklerle doldurlar salonu ve danslarla süslediler; kokusu tüm bunların, mayhoştu; tatlı şarap damarlarımda gezdi her köşeme fısıldadı adeta ortak türküleri.

Selanik'te gezinirken ilk nefesimi aldığım kent canlandı gözümde. Tavırları neredeyse aynıydı şehirlerin. Güneş bile aynı tadı veriyordu. Gözlerimi kapatıp açsam kordona gidecekmişim gibi; o ışınlar beni oraya taşıyacakmış gibi.

Gece çıkıp dolaştım tek başıma sokaklarda. Bilirmiş gibi her sokağı, hep oradaymış gibi sanki, bir elim cebimde, bir elimde poğaça dolu bir poşet, şarkılar söyleyerek eve gidermiş gibi. Köşedeki eczane, arka sokaktaki market ve her sabah su aldığım büfe gibi...

Hiç üşenmedim yapmaya, tepelere gittim tekrar, şehrin yatağında nasıl narin uzandığını görebilmek için. İzmir gibi pembe yanaklı ve nazlıydı!

Hep sevmişimdir; minik evler minik insanlar; mavi beyaz boyarlar evlerini. Karşılaştım biriyle orda da, o anda bir sürü hikayeler gezindi aklımda, neler neler yaşanıp bitti minik bahçesinde evin!



Dönüşteyse hep uyudum; tatlı bir yorgunluk ile, gecelerde dolaşmış, dansetmiş, şarkılar söylemiş, şarapla demlenmiş, yağmurunda ıslanmış, havasını koklayıp içine hapsetmiş olarak...

Olympos...


2008 yılının son yaz ayı Ağustos...
Antalya nemin altında ağır ağır kıvrılmakta...Otobüse doluştuk, uyuduk, uyandık, mahmur gözlerle bakındık yollara.

Olympos'a geldik. Temiz havayı kokladık. Soğuk sulara atladık. Bedenimizi ve ruhumuzu arındırdık taşlarla kaplı sahilin üzerinde. Tepelerin ardında kalan güneşi yakalamaya çalıştık ama başaramadık, kaçıp gitti bizden; "suyun berraklığı ve doğanın cömertliği ile başbaşa kalın" der gibi.

Müzikler değişti, insanlar güldü, insanlar sevişti. Her beden nefes alıp verdikçe büyüdü, serpildi, ördü saçlarını rengarenk. Dansettik geceleri, sabahları; şarkılar söyledik. Zifiri karanlıkta birlikte yürüyüp, yalnız ayak seslerimizi dinledik. Ne o benim dilimi bilebildi ne be onunkini. Ulaştık.

Işık aradı gözlerimiz. Alışamadık bir süre karanlığa,mutlak olmasa da. Dinledik; önümüzde Akdeniz ve ayaklarımızın altında huzurlu,dingin ve binyıllık taşlar, bize türküler söyledi. Sonunda baktık ki, ay ışığı parlıyor, yıldızlar da bir okadar inatçı ve sayısız.

Şarap dudaklarımdan akarken, uzanıp da gökyüzüne hayran olduğum dakikalarda, yanımdaki ve kendimdeki dahil, tüm bedenlerden sıyrılıp sonsuzluğu düşündüm. Yıldızlara doğru çekildim, çekildim, çekildim...Ölüm gelse o an, yenik düşerdi yorgunluktan; çünkü ben varoldum o anda, o noktada ve sanki hep orda kaldım, şu andaki gibi orda yaşamaya başladım.

Hep şarkılar söyledim. Yürüdüm, dansettim açık havada geceleri. Şarap değdikçe çözüldü dudaklarım, ellerim ve tenim.

Şimdi bugündeyim.
Bambaşkayım.
Sonra "o günde" olmaktan korkmaktayım.

Sınır

Yalnız yürümek...
Ayaklarımda çamur, kötü anılar gibi,
Yürüdükçe dağılan.

Saat kaç ki ?
Gece gibi değil, gündüz gibi değil; toprak kokusu,
Bir tenin kokusu...
Zaman hiçlik duygusu.

Yalnız yürümek,
Şehirleri ve insanları ayıran hayali sınırlar gibi gerçeklik sınırında,
Zaman ne ki? Zaman hiç.

Soru şuydu:
"Sen kimsin?"












Fotoğraf:Okan VURAL

12 Ocak 2010 Salı

Atina'dan Patra'ya




Atina'dan sonra tekrar otobüs yolculuğu ve daha uzaklara: Patra'ya...

Patra'ya ulaştığımda daha da evde gibi hissettim. Otobüsler, sokaklar... sanki orada büyümüşüm hissi veriyordu. Ara sokaklarda İstanbul'da sandım kendimi, Moda'da dostlarla gibi. Ondandır belki orada tanıdıklarımı çok sevdim. Bağı hiç koparmadım çoğuyla. Daha sonra dağılmış olsak da ülke ülke.

Orada neredeyse her gün yağmur yağdı. Hep ıslak ayakkabılarla döndüm kaldığım yurda; ıslak çoraplar, ıslak mont, ıslak saçlar, soğuk bir gövde. Suçlu bir çocuk gibi odaya gelip üstümü başımı değiştirirken, düşünceler gülümsetti beni.

Hayatımda yeni bağlar kuran insanlarla yürüyorduk. Yağmur inat eder gibi hızlandıkça hızlandı. Kaçıştık kedi yavruları gibi, koştuk koştuk koştuk...Nefes nefese minicik bir kiliseye girdik! Yaşlı kadının şaşkın bakışları içinde, sırılsıklam genç bedenler , sıcak mumlarla bezeli kilisede bağrışıyorlardı. Fotoğraflanmaya değerdi sanırım.

Patra limanı...Beklerken orada bir kaç kişiyi, bir çok göçmen dolanıyordu etrafta. Hepsi gruplar halinde geziyordu, yüzlerinde beklenti ve bıkkınlık ifadeleri aynı anda varoluyordu. Dışlanmışlık? Yurtsuzluk? Aidiyet arayışı? Yaşam savaşı? Potansiyel suçlu?

Takip eden günlerde Patra'yı dolandım. Sakin ve sevimli bir yer Patra. Yıkık kalelerin kapılarında yazılar var. Bir millet için yazmışlar. "Yıktılar geçtiler, sonradan restore edildi." yazıyor. Nesillere akıp gidiyor sebepsiz bilgiler. Tarih tekerrürden mi ibaret? Korku neden?

O sıralarda Atina'yı ve Patra'yı ağlatıyorlardı insanlar. Yıkıp kırıyorlardı etrafı haklı sebeplerle ölen genç için. Polis tarafından yaşatılan sevimsiz olay... Ters giden şeyler için yakıyordu insanlar, yenen haklar için, daha iyi yaşamak için; Patra da ağladı. Ama bizzat gördüm kimilerinin yüzündeki "asla vazgeçmem davamdan" ifadesini. Bu ifadenin milleti yok ki, dili yok, ırkı yok, cinsiyeti yok.

Patra'da ara sokaklarda gençler gecelere sahip çıkmış. Tarihi eserlerin arasında dansedebilmek! Barın kapısını açıp dışarı bakmak yeterli bunun için.

Bir de köprüsü var Patra'nın; Nafpaktos'a geçebiliyorsunuz.

Ah! Nafpaktos! Herşey minikleştirilmiş gibi! Minik liman, minik kale, minik sokak, minik sahil...Ama kaleye tırmanırken sessizlik ve yeşilliğin içinde, huzurun içime dolduğunu hissettim. Öyle ki, bu huzur orada fazlasıyla depolanmıştı. Şimdi o günü her düşündüğümde huzur yayabiliyorum içime, damarlarımda gezinebiliyor az bir süre için bile olsa, gülümsüyorum.

Orada zamanda yolculuk etmek istedim. Belki de ettim farketmeden. Yıllar sonra buralarda yaşayabilmenin yarı gerçek yarı hayal düşüncesi ile içtim kahvemi tepeden. Gözlerimi kapadım bir iki dakika, dinledim sadece; gördüm kendimi ve mavi beyaz teknemi limanda, yanımda sevdiğim bir iki kişi...Derin bir nefes...

Galiba orada kendimden en büyük parçaları bıraktım ve bir o kadar da aldım. Hep sorguladım bir çok şeyi orada her gece yatağımda. Bu gençler, akıllar, bu kültür birbirinden nasıl ayrılmış? Şarkılarda, kelimelerde, bakışlarda, tende, gülüşte...birleşiyor renkler beyazda. Hüzünlendim geçmişe, çocukluğuma; ders kitaplarından ne öğrendiysem hepsine. Yitip gitmiş bir çok altın tozuna tozlu sayfalardan aslında...

Ağlamaklı, birbirine aşık iki kıyı...Parça parça olmuş, canı yanmış iki kıyı! Ama yine de türküler tutturmuşlar. Kavuşsunlar; en azından zihnimde.


(Birinci ve son fotoğraf patra'dan, diğerleri ise Nafpaktos)

11 Ocak 2010 Pazartesi

Dosta sarılır gibi samimi...

İlk defa gidişimdi. Kilometrelerce gidişim, saatlerce gidişim, ürkmüş, korkmuş ve ağlamış uzunca zamanlar.

Bir çok saat geçti, asfalt kıpırdadı, ezildi otobüs tekerlekleri altında. Ben ezildim oturduğum yerde heyecandan. Yıllardır görmediğim bir dostu görmeye gider gibi...

Sınırdan ( hayali sınırdan) geçtiğimde, gerçekten de bir dosta sarılır gibi hissettim. Nedenini hiç sorgulamadığım bir histi bu. Yolların kenarında küçük anıtlar dikkatimi çekti; minik evler gidiydiler, mavi, siyah...Camlarının içinde mumlar yanıyordu, belki de eski püskü kağıtlara bir şeyler yazılmıştı; dua gibi bir şeyler, haçlar ihtişamlı görünüyordu içlerinde. Acı gülümseme denir ya, öyle bir ifade yansıdı camdan bana. Çünkü unutmuyorlardı yollarda hayatını yitirenleri ve bu çok samimi bir şeydi. Yollar çok fazla can alabiliyordu, çok fazla hayal, çok fazla gelecek ve geçmiş...

Atina'ya ulaştım. Atina...Evimde gibi hissettim. Yüzler aynı, bakışlar aynı, zevkler aynı gibi geldi. Sokakların düzensizliğinde bile bir aitlik buldum, garipsemedim şehirdeki enerjiyi. Büfenin köşesinde simit satıyordu bir amca ve öğrenciler toplanmıştı etrafına. Diğer köşede "souvlaki" yiyebilirdim, pide ekmeğinde ve çok ucuza.

Bir başka bağ hikayem var Atina'dan. Kaybolmuş gibi dolanıyorduk yol arkadaşımla. Harita satan bir büfe bulsak gezinecektik etrafı. Bizi gözlemlemiş olacak, telaşımızı, yanımıza orta yaşların biraz üzerinde bir adam yaklaştı. Ne aradığımızı sordu önce. Bir kaç görülecek, gezilecek yer tarif etti. Çok sevimli ve bizden biriydi.

İşin ilginç yanı "Türk müsünüz?" veya "Yunanistan'ı seviyor musunuz?" gibi sorular sordu. Bakışlarımı ve yüzümdeki ifadeyi sanırım kelimelere dökemem. "Tabi ki seviyoruz." dedik. Gülümsedik birbirimize. Yardım etti bize. Onunla bir bağ kurdum orada. Belki de birilerine anlatmıştır bizi. Bir kaç kişi ya arkamızdan konuşmuştur ya da sevmiştir. Bilemiyorum.

O anda aklımda, "karşı kıyıda doğmuş olsaydım" fikri dolanmaya başladı. Bu bir oyun, bir tesadüf, bir anlık ışıma...Karşı kıyı, sadece karşı kıyıda doğmuş olsam, adım, dilim, şehrim...farklı olacaktı. Ama ben yine ben olabilir miydim? Ne farkederdi ki ?

Atina'da buluştum Dimitris ile. Bir ağabey gibi sahip çıktı. Annesinin yemeklerinden yiyemesem de teşekkürlerimi ilettim. Eminim donatmıştı sofrayı. Gidebilmiş olmayı isterdim yanına.

İnsanı kendinden geçiriyor bu yunan yemekleri.

Atina'yı gezdim. Bir buçuk günde. Ara sokaklar, o minik taş sokaklar...Şiir gibiydiler. İnsanların yüzü açık ve parlaktı. Hele bir kaç sokak vardı, kafeler ile bezenmiş, insanlar rahatlıyor, konuşup paylaşıyorlar. Van Gogh'tan alıntı yapmıştı sanki renkler.

Bu ülkeyi anlatmakla bitiremeyeceğim galiba. Hala bir çok parçamı oralara dağıtmam gerek gibi hissediyorum.Müziğine, yemeklerine, yollarına, diline ve havasına hasret çekiyorum. Kadınlarına hayranlık erkeklerine bağlılık duyuyorum. Niye, bilmiyorum. Hep gitsem ve orda kalsam, sahil kasabasında uzo ve şarap içip dansetsem, sirtaki yapsam, zeytinyağlılarından binbir tat alsam.
ve tekrar hayal kursam.
Hayal kursam.

Geçmişten etki...


Yazmaya başlamadan önce bir iki dakika düşündüm. Beni en çok hangi şehir etkilemişti ve neler yazmıştım adına diye. Cevabın gelişi uzun sürmedi: Budapeşte. Şehre girerken sisler içinden göz kırpan hüzünlü bir yüz gibiydi kendisi. Sıcak sular, buharlar ve dolunay...
Hayatımda garip zaman geçişlerinin yaşandığını düşünüyorum orada iken. Gecenin bir yarısı, eski püskü bir trende, bir arkadaşın davetinden dönerken Budapeşte'ye, camdan dışarı bakışımı ve kendimden son derece uzaklaşmış olduğumu hatırlıyorum. Kilometrelerce uzakta, gece vakti ve yanlız. Tanımadığı bir sürü insanın içine gidiyorken gelen düşüncelerle geçen yolculuk.

Bambaşka yerlerin, farklı bakan insanlarıyla elele, sarmaş dolaş olduğum günlerdi. Yoğun ve çabuktu çoğu şey, sıkıştırılmıştı. Ama derinlik buradan geliyordu işte. Suyun yüzüne uzanıp gökyüzüne baktığımda, gülüşmeler duyarken, burnumun ucu buz kesmişken, dolunaya bakıp hayal kurarken,o gece aklımda en belirgin olan şey: Varolmaktı. Tüm zıtlıkları ile birlikte...

Eve dönerken yazarken buldum kendimi:

Gezip gördüğüm topraklarla
Buluşmak yeniden,
Sayfalarda...

Ben bir İstanbul'da aşık olurmuşum
meğer.
Bir de Budapeşte'de.

Ayça.

Uzaklarda buluşma!


Milano'da yanlız gezen ben, daha hareketli ve daha samimi Torino'ya geçtim.

Orada buluşulmayı bekleyenler vardı; ya da şöyle demeli tanışılmayı bekleyen!

Torino'ya ulaştığımda, Budapeşte'de tanıştığım bir arkadaşımın -hayatımda gördüğüm en sevimli- evinde kaldım. Üç küçük(!) köpeği ve bir sürü kedisi vardı. Çatı katında sevimli bir odada uyudum, yolların yorgunluğunu bıraktım odaya. Ev mis gibi peynir ve şarap kokuyordu. Kendini çok eski zamanlarda hissettim. Tahta merdivenlerde yürümenin mayhoşluğu içinde gezinip durdum evde.

Daha sonra Torino'da gezindim. Neşeli sokaklar ve neşeli insanlarla! Yanımda 4 başka güleç yüz ve ben! 14 Şubat... Sokaklarda insanlar dans ediyordu, şarkılar yükseliyordu ara sokaklardan, hayal kahramanları dolaşıyordu ve bir çok şey. İnsanın zaman durmuş gibi hissetmesi doğal değil miydi orada?

Bir de sinema müzesi vardı. O kadar samimi bir müze idi ki! "Herşey bir hayalden ibaret" diye fısıldıyordu sanki koca kırmızı perdeler içeri girerken. "Burası bir sahne,bu bir oyun"...

Orada hep yoluma çıkacak insanlar buldum. Öyle ya da böyle çıktılar da. Garip anı demetleri halinde geldiler aklıma daha sonraları. Bu neşeli şehirde, sabahın 5'inde heyecanı ve eğlenceyi paylaşanlar. Gece Torino daha güzeldi, daha süslü.

Fakat, işin beni kendime döndüren tarafı tekrar yalnız dönüş yolculuğu yapıyor olmamdı. Koşturmaca içinde trene yetiştim ( yardımı esirgemeyen insana sevgiler) ve Budapeşte'ye dönmek üzere yola çıktım. Tren istasyonunda kaybolmuş bir genç adamla çat pat fransızca anlaşıp ona yol tarif ettim (ispanyol olduğumu sanmıştı). Bana bir çok kez teşekkür etti ve onunla bir bağ kurmuş olduk.

Havaalanında yerde uyurken düşündüm; hep kendimi bir yerlere mi savuruyorum acaba? Budapeşte'ye dönüyordum. Ama tam olarak nerede geçecekti geceler henüz belli değildi. Yolda Macar biriyle tanıştım, psikoloji üzerine çalışıyordu, nöropsikoloji. Bir çok şey kattı bana o kısa yolculukta bile. Onunla da bir bağ kurmuş olduk.

Çoğaldıkça bağlar ,dağılıyorum.

10 Ocak 2010 Pazar

Yanlız yola çıkmak.



İlk defa uçağa binmeden önce ardımda bıraktığım iki meleğe el sallarken nasıl güçlü görünüyordum kimbilir.

Ama köşeyi döndüğümde basan ateş ve yaşaran gözler. Buna bağımlı olmak zor bir durum!

Yalnız gitmiştim Budapeşte'ye, oradan da Milano'ya. Sonra Torino'ya.(İtalya, neşeli İtalya)

Şehirde uykusu gelmiyor insanın, yorulmuyor. Oradan oraya koşturası geliyor sürekli kıpır kıpır danseden şehrin içinde.

O şehirde attığım her adım saniye saniye aklımda. Fotoğraflara gerek bile yok belki; bunun değeri daha fazla. Kilisenin çatısından baktım şehire ve artık kalbim daha hızlı atıyordu.

Tek başıma ara sokaklara girdim, metroda kayboldum, uzun yollar yürüdüm. İnsanlarla konuştum, onlar fotoğraflarımı çektiler. Kimbilir benden ne kadar uzağa gittiler şimdi.

Tek başına olunca insan bambaşka oluyor. Kendisi kalmıyor artık geriye, deri değiştirir gibi değişiveriyor. Artık ona kokular, yüzler ,sesler vb çok başka geliyor. Her gittiği yere parçalarını bıraktığı kadar, parçalar da alıyor.

Milano'da güzel, kendinden emin, gururlu insanlar gördüm. Yüzlerinde bu ifade vardı. Hepsi birbiriyle rekabet içindeydi sanki ya da hayali bir dünyada idiler, podyumlarda geziyorlardı.

Kiliselere girdim. Tamamen soyut bir varlık gibi hissettim kendimi gezinirken Duomo'da. İçeride oluşan hislerimi anlatmak için, o atmosferin içinden tekrar geçebilmem gerek. Güneş ışığının kırılmaları, yankılanan sesler, mumlar ve detaylar...Sanki toz olup uçuştum o anda.

Milano'da en çok değer verdiğim şeylerden birini buldum: Bir sokak sanatçısı. Bir film karesinin içinde hissettim kendimi, etrafında dolanırken onun müzikle birlikte. Hep böyle durumlarda o sanatçılarla bir bağ kurduğumu düşünürüm ve dünyanın neresine gidersem gideyim, o kopmaz. Hep aklımdadır çünkü.

Kiev...ne garipti.



Yakın zaman diliminde Ukrayna- Kiev'de idim.
Şehrin güzelliği altında yorulmuş gibiydi insanlar. Yorgun, bıkkın ve kızgındılar çoğu zaman. Bakışları soğuk geldi, özellikle yaşlıların veya çok çabuk yaşlanmış olanların.

Her köşede bir kırgınlık ve incinmişlik vardı. Hatalara tahammülü yoktu, metrolarda bilet satan veznedar teyzelerin. Bizi Tuna Nehri manzarasına taşıyan teyzenin de garip ve yorgun bir hüznü vardı, elini çenesinde koyuşunda patlak veren.

Orada, güzel köşeler ve gülümseyen gözler aradım. Buldum da. Onları da ayrı yere koydum. Bir kaç parça hatıra götürebilmek için, hava karardıktan sonra tezgahıyla karşılaştığımız mavi gözlü, orta yaşlı adamın, benimle fransızca anlaşmasını unutamadım. Bakışlarından ulaşmaya çabalaması görülüyordu insanlara.

Özel bir insanla, özel günler paylaştım. O günlere çok anlam yüklemişim meğer.

Minik büfelerde birbirini çok seven ayyaş arkadaşlar gördüm. Kültür ve dil farkını gözetmeksizin bana öğüt vermeye çalışan o "görmüş geçirmiş" ( alkolsüz bir günü geçmemiş) ağabeyi, hep hafızamda tuttum.

Hastalandım. Evet ve ilk defa gerçekten korktum hastalıktan. Evden uzakta olmaktan mıdır bilemiyorum. Dönüş yolunda o kadar kendimden geçmişim ki, o anda ölümden hiç korkmadım.

Başka yaşamlara şahit oldukça, kendime yakınlaştım.

Şehrin kendisi nazlı, şirin ve alımlı bir genç kadın. Ama çok duygusal...kimse ne demek istedğini anlamıyor gibi geldi.

Bense onu dinledim.

O yüzden sevdi beni. Sarı kubbelerden göz kırptı bana.