18 Aralık 2010 Cumartesi

Boza

Akşamların adını koyamadım;
İçten içten acıtır gibi akşam oluyor artık...
Enteresan.

Geceye doğru çöken huzur,
Hüzne bırakmış yerini...
Uykusuzluklar, oflamalar, puflamalar,
yalnızlıklar
ve karabasan.

Saat 10 oldu mu uyurduk ya, biz çocuklar,
Ne ara büyüdüm anlamadım;
Gece boyunca oturmalar, oturmalar...
E be dünya, ne olurdu bir gecelik
dursan.

Oturmalar boyunca duymadım hiç bozacıyı,
Hiç içmediğim bozasından.
Parçalar taşırdı sokak sokak, çocukluğumdan.
Hatıralara can verecek kadar,
Duysam...


Ayça






12 Aralık 2010 Pazar

Karlı bir gece.

Bu gece soğuk ve karlı bir gece...
Gece gibiyim ben de, soğuk ve karlı.

Hala üzerinde bir gece öncesinin tadını taşımakta olarak; şarkılar, sözler, konuşmalar ve hayaller...

Halbuki uyku ve uyanmaların tatlı mayhoşluğu büyüler insanı. O aklının senden ayrı dolandığı zamanlar...

Bembeyaz Ankara'ya uyandım. Karla kaplı Ankara'da alınan en güzel nefestir, dışarı çıktığın anda aldığın derin nefes; bembeyaz bir nefes. Gecenin tüm düşünce yorgunluğu üzerimde karlara basa basa yürüdüm.

Gerçeklik algısı ile gerçek arasında bir yere sıkışmış, elimdeki ağır poşete odaklanmış yürüyordum sesi duyduğumda. Huzurum biçim değiştirdi o an okunan selanın ardından. "Mahallemiz sakinlerinden" biri vefat etmişti. Şimdi daha "sakindi" belki...

Her geçen gün daha da farkında olmaya başlıyorum ve karnımın ağrısı artıyor. Sorgulamalar, sorgulamalar... Keşke diyorum, keşke hiçbir şeyin farkında olmayan bir siyam kedisi olsam sıcak bir evde. Tek derdim sıcak kaloriferin üstünde bıyıklarımdaki sütü yalaya yalaya uykuya dalmak olsa. Başımı okşasa şefkatli beyaz eller ve ben mırıldasam.

Her geçen gün duyuların ve duyguların kaybolması da cabası! Nereye gidiyorlar bilmiyorum...Ama her bir düşünce birini zincirleyip gömüyor sanki aklımın içine. Sadece uyumak istiyorum, sadece uyumak. Böylece ne düşünce var ne duyu ortada, problem çözülüyor kökten. Çünkü öğrenmişim, ister istemez öğretmişim kendime belki, "duyusuzluğu".

Kendime çizdiğim sınırlar içinde küçülüyorum gitgide ve korku en kötü şey tam çizgilerin ortasında. Hem umursamazlık, hem korku bir arada. Yani hiçlik gibi: Hem var,hem yok...

Sanırım bir tek şarkılarda buluyor kendini kalbim. Şarkılarda ve şarkıları söyleyebildiklerimde."Yaşadığım" nadir anlar, bana şarkıları söyletende gizli kalıyor, o bilmese de.Belki de bilemese de. Tek diyebildiğim, varoluşumun parçaları dökülüyor melodilerde ve beraberindeki hislerde.

Büyümek istemiyorum derken yaşlanmış olacağımı bilmenin acı veren ağırlığı ve yorgunluğu bedenimde, başka işler yapmaya çalışıyorum.

Yapacak bir şey yok.

Soğuk ve karlı.

Ayça






4 Eylül 2010 Cumartesi

Bugün senin için yazıyorum!


Bugün senin için yazıyorum en sıkı takipçim!

Senin günün diye yazıyorum.

Bugün diğer günlerden daha neşeli olmaya bak, gülmeye bak gülünecek bir şey yokken ortada.

Dans et odada...veya sokakta! Müzik kulağında...Bisiklete bin ya da!

İnsan bir gün varolmuyor ki biliyorum, ama bir gün daha yoğun farkediyorsun varolduğunu işte.

Kısa ya da uzun bir süre kimine göre...ama seninle yaşamak çok güzeldi! Yeri geldi dert ortağım oldun yeri geldi en çok güldüğüm anları paylaştım seninle. Yol ortağım oldun, yediğim yemeğin ortağı oldun, kardeşim oldun. Güven oldun yanımda uzak yerlerde. Gözüm kapalı gideceğim yollar oldun! Hem koynunda ağlayabileceğim hem kahkahalara boğulabileceğim insan oldun!

Ayrıca ne kadar yakınsam da seni bisikletimde taşımayı özledim seni Groningen sokaklarında! Seninle partilere gitmeyi özledim gecenin bir vakti. Sana Albert Heijn'dan siparişini almayı özledim!

Bir an önce buluşsak da yine oturup bütün mutfağı yesek seninle, uzun uzun sohbet etsek, gelecekten, geçmişten, benzer hayatlarımızdan, hayatın bize sunacaklarından...

Her gün her ay her sene hep değişiyoruz. Değişimle büyüyoruz. Ama sen içindeki çocuğu hiç kaybetme olur mu ?

Hep güzel gülümsemenle (hani o gözlerin çekikleştiği kadar kocaman gülümsemen:) devam et ne olursa olsun!

İyi ki doğdun!

Ayça



30 Ağustos 2010 Pazartesi

İkiye Bölünmüş

Bir kere bir yerden gittin mi,
Hep gideceksin demektir...
Dönüş desen;
Dönemezsin,
Döneceğini sandığın yere.
O "yerden" gidilmiştir bir kere.

Terketmek gibidir birini,
Terkettiysen bir kere,
Hep gidersin demektir.
Bağımlı olmak gibidir,
Ne pahasına olursa olsun
Gidişin zaferine.

Ya da şöyle mi demeli,
Derin kederine...

AYÇA


28 Ağustos 2010 Cumartesi

Kadın...


Rakı da içersin şarap da;
Önünde balık yanında meze...
Limanvari sofralarda her yudumda demlenmece...

Bir güzel çıkar karşına, sıcacık, başka,
Sadakatin yelken açana kadar;
Hep hep yeniden gelirsin aşka,
Kalbin hep bir başka yanar...


Şarkı da söylersin dans da edersin,
Paşa gönlün ne dilerse geceden.
Ağlasan da gülümsersin,
Sızlasan da inceden...

Rakı da içersin şarap da,
Daha da çapkınlaşır kızıl dudakların,
Tadına varmak istersin anların.

Umuttur kucağında hayallerin,
Daha da gideceksin, daha da açılacaksın denizlere...
Yanlızlığı kendine yar edinmiş,
Bir alim gibi derinlerde...

Yürüyüdüğün yolun kumu gibi,
Geçip gidiyor zaman...
Okuyorsun bildiğini
Kimselere aldırmadan!
Binbir heyecan...

Duyumsarsın her zevki çift katı,
Çizdiğin yol korkutuyor ya insanı,
Bilmezsin pek...
Hayalindeki yol arkadaşı;
Dört kat sarmalı seni heyecanı...
Ondandır arayışın,
Bitmeyecek...

Belki de o hiç gelmeyecek,
Ya da sen ondan gideceksin hep...

Kadın şairler de yazar, meydan okumayı, cesareti
Yeri geldi mi bir adama esareti...
Aslında gözlerindedir,
Böylesine sevdalı olabilmenin kefareti!

Acıdır halin senin kadın şair,
Çapkınlığın tükenmeyen aşkından!
Çok düşünme hayata dair,
Ölüm vuruverir alnından...


AYÇA








25 Ağustos 2010 Çarşamba

Madrid!

Çok zaman oldu biliyorum, oraya gideli...

Ama belki de hızlıca yazıp çar çur etmeye değmezdi...

Ama talihsiz serüvenler dizi içinde geçtiği içindir . Yanardağın patlaması, Avrupa'yı kül bulutlarının sarması, paranın hesapsız harcanması ve diğer planları bozması, çılgın bir otobüs yolculuğu ( sonradan bir o kadar da eğlenceli olduğunu anlamak, bir çok ülkeden insanla tanışmak ve aynı konuda mağdur olmakla eğlenmek!), yolda stresi azaltabilmek için "orujo" içmek...

Madrid! Yaşanacak bir şehir daha! Düzgün ama sıkıcı değil, sıcak ama boğucu değil...Samimi, canlı, renkli hatta renkli demek çok az gelir rengarenk! Evet, ahenk...

Yakın dost ile tatlı tatlı esen hafif rüzgarlar, arada yağan inceden yağmurlar ile gezdim Madrid'i . İlham alınası bir kent! İnsanlar dertsiz tasasız ( veya öyle görünmeyi tercih ediyorlar)...Ama şunu biliyorum ki yaşanan ne olursa olsun , gülebilmeyi başarıyor bu insanlar. Bir ispanyol arkadaşım bana şöyle demişti:

"Hayat bir defa ve çok kısa. Öyleyse neden dansedip, şarkı söyleyip, sarhoş olup sevişerek yaşamıyalım ki ?"

Çok haklısın Fernando!

Madrid'de beni en çok etkileyen yerlerden biri kocaman bahçelerdi! Kocaman yolları olan, içinde camdan bahçesi olan, büyük havuzlu, heykellerle dolu bahçeler...Değişik biçimlendirilmiş ağaçlar sanat eseri olarak dikilmekteydi önümüzde . İsmi Retiro idi bahçenin yanılmıyorsam , Parque del Retiro .


Retiro'da gezinirken, Kristal Bahçeyi ararken daha doğrusu fotoğraf çekmek istedik . İkimiz birden aynı karede olabilmek için uğraştık durduk! Fakat yersizmiş, çünkü birbirinden sevimli dört bahçe görevlisine ( en azından ben öyle olduklarını düşünüyorum) rastladık . Sonuçta o fotoğrafı çektik, ama karede sadece iki kişi yoktu!




Sıcak havada sokaklarda dolaşmak kolay değil, acıkıyor susuyor insan . Bunun için de karnı doyarken tipik İspanyol yemekleri arıyor . Gran Via caddesinde minik bir büfe tarzı yere oturuyoruz . İçerisi "jamon" ile dolu; yani tam anlamıyla duvardan durvara! Bir çeşit domuz eti ürünü, jambon gibi yani . Tostun içine koydurup yiyoruz biramızla .


Aslında esas eğlenceli gün pazar günüydü . Maraton günü ... Andrés'in bir çok arkadaşı maratona katılıyordu ve ardından eğlenceye gideceklerdi .Tabiki biz de onlara katıldık (hayır maratona değil, eğlence kısmına) . Önce bir mekanda içkiler içildi , mezeler yendi. Sangria'ya benzer bir içki denedik. Tinto de Verano...

Ardından yemek yemeye gittik hep birlikte. Zengin ve leziz İspanyol yemekleri! Bolca deniz ürünü ve Sangria! Cest la vie!

Tabi yeni yerleri gezerken her konuda toleranslı olmanız gerekiyor . Yeni şeyler denemek istiyorsanız sonuçlarına da katlanmanız gerekebilir . Mesela domuz kulağı yemek gibi! Bence gayet lezzetliydi! Görüntüsüne kanmayın!


İnsan İspanyol kültürünü gördükçe hayattan iki katı zevk almaya başlıyor . Enerji dolu, yüksek tonlu bir hayat sürüyor orada . Madrid'in en meşhur yerlerinden birinde gençler haftasonları gündüz saatlerinden itibaren eğlenmeye başlıyor . La Latina...


İspanya denildiğinde boğa güreşi gelir değil mi akla ilk gelenler arasında ? Evet, arenadaydım ben de . Bizzat inip arenaya hayal ettim kanlı mücadeleleri! Mücadele diyorum, tabi bu boğa için. Öbekler halinde kan lekelerinin üzerinden geçerek içeri girdik.


Girdiğimiz kapı "enfermeria" idi, matadorlar ölümle burun buruna gelince bu kapıdan geçiriliyorlarmış. Bir bakıma "acil servis"...O kapıdan geçip gittik, he tarafı fayans kaplı o uzun koridordan geçtik iç koridorlara.


O anda insan şunu düşünüyor: Ölümle oyun oynayan bir çok matador geçmiş sedyeler üzerinde bu koridorlardan . Bilerek isteyerek çıkmışlar arenaya, gurur meselesiymiş onlar için bu. Ya bu kapıdan geçeceklermiş ya da diğer "onur" kapısından duvara isimlerini yazdırıp. Ama ölümle oyun oynamak ? O boğanın yüzünde görmek ölümün agresifliğini ?

Son olarak, Plaza Mayor'dan bahsetmeliyim. En çok sevdiğim yerlerden biriydi Plaza Mayor. Büyük kare bir alan, sıra sıra ve bitişik renkli binalar ile çevrili. Binaların üzerinde hikayeler taşıyan resimler. Günümzde tarihin yoğrulduğu bir nokta; cafélerde oturmuş birasını yudumlayan bir çok insan...


Madrid benim için çok özeldi (genel olarak İspanya)...Bir çok anıyı çıkardı çoğu zaman bilinçüstüne...Kurulan duygusal bağlar, kilometreler tanımıyormuş bunu öğrendim ben iki sene önce. Tekrar görüşeceğimize söz vermiştik bir defa ne olursa olsun! Hayatımızda ne değişirse değişsin. Fikir buydu ve insan isterse böyle fikirlere bağlı kalabiliyor; çok az insan olsa da yeryüzünde buna inanan.

İki sene önce bu zamanlar onu yolcularken gözlerim dolu dolu, hayatımın en güzel iki haftasını geçirdiğimin farkında değildim. Şimdi dönüp bakıyorum maziye, ne kadar harika şeyler paylaşmışım ve kadar güzel bağlar kurmuş, varolan bağları güçlendirmişim. Şimdi de gözlerim doluyor ama aynı duygu değil hissettiğim; daha çok özlem ve -adını tam koyamadığım- sıcak bir huzur dalgası.

Ve tam bir sene sonra tekrar görüşebildiğimizde inancım güçlenmişti. Ben de bu İspanya gezisi ile devam ettirdim düğümler atmayı. Düğümlerin devamlı atılacağına da eminim!


Volkan patlayıp İspanya'da mahsur kalınca hikaye daha da ilginçleşti ardından. Mi Andrés'in (ben ona öyle diyordum) evinde mecburen iki gün daha kaldık. Ama o kadar iyi baktı ki bize, akşamları nargile bira keyfi bile yaptık. Hatta gezdirdi bizi. Onu başka bir yazıda anlatacağım (Alcala de Henares,Cervantes'ten enstantane)

Evet, kül bulutları Avrupa'yı sarınca Madrid'den Groningene karayolu ile gitmek durumunda kaldım, yol arkadaşımla bazen didişerek bazen sohbet edip çekirdek çitleyerek. Ama şunu söylemek gerekir ki dünyanın en sevimli yol arkadaşıydı kendisi!






SÜRE

Her nefes alışta doğar,
Her verişte ölürüm.
Her ikisi arasında geçen süre kadar,
Ömrüm.

AYÇA

8 Ağustos 2010 Pazar

Sevgili Günlük !

Sanki üzerinden aylar yıllar geçmiş gibi !

Hasret son derece yoğun!

Burada kalmışlık, sıkışmışlık hissi ve neyi ne için feda etmek gerektiğini sorgulama dönemi...

Bunları yaşıyorum bu aralar. Fotoğrafları tek tek açıp bakıyorum, duyumsadığım her insanı düşünüyorum; onun ötesinde zamanın ne kadar çabuk geçtiğini tekrar ediyorum kendime. Bu gerçekleri tokat gibi yedikten sonra yerimde duramıyorum. Olmuyor işte , haksız mıyım ?!

Bisikletle geçtiğim her sokağı, pazar yerini rüyalarımda görüyorum. Güldüğüm ağladığım anları...Uç noktaları ve duyguları bir anda bu kadar üst üste yaşadıktan sonra bunun devamlılığına alışıyor insan.

Bugünlerde çok fazla düşünüyorum çok şey hakkında. Bütün herkes ile olan ilişkilerimi, hayatımın bulunduğu çemberi, hayatımda olan son olayları ve bunların hissettirdiği daha önce hissetmediğim ve farkını ifade edemediğim yanları...

Her şeyi bir elemeden, testten geçiriyorum, tozlu kitapları okur gibi.

Kendimi artık hazır hissediyorum; büyümüş olgunlaşmış ne istediğini bilen ama biraz da naif, çok parçalanmış ama her parçasını ayrı büyütmüş biri gibi hissediyorum. Çok görüp çok gezip, odağımı büyüttüğümü ve bunu yapmaya devam edeceğimi biliyorum. Sonu nereye gider, ölüm döşeği midir bilemem; ama bildiğim şey şu ki yapmaktan asla vazgeçmeyeceğim. Yoluma devam edeceğim. Belki de bundan ötürü zihinsel ve fiziksel bir yalnızlığa sürükleneceğim ama bunu göze alıyorum, yolda benimle yürüyenler olabilmesi umudunu taşıyarak.

Evet, süzgeçten geçtim.

Çok daha duruyum şimdi.




23 Haziran 2010 Çarşamba

Bir masal...

Elleri mor ojeli bir kadın,
gecenin içinde...
Kuzey ışıkları ışımaya başlamış.

Odasında bir anı parçacığı,
Maziden gelip de gitmemiş.

Parçacık ağlatmış kadını,
Güldürmüş,
Aşık etmiş,
Aşık olmuş...

Karmakarışık etmiş renklerini...

Kuzey ışıkları gözüne yansımış,
Ağlamış...

Anı parçacığı,
Kocaman olmuş,
Koskocaman!

ve kuzey ışıkları ile gitmiş
bir sabah...

Ayça.



7 Haziran 2010 Pazartesi

Cephe


Uykusuz gözlerim ve elleriniz...
Şaşkınlığımı affediniz...
Kelimelerle çarpıştım ben akıl cephesinde tüm gece,
Ondan bir yanım uçurum, bir yanım deniz...

Uykusuz gözlerim ve elleriniz.
ve hayaliniz.

Ayça ALAYLI

En Garibi

Senden de giderim,
Herkesten gittiğim gibi.

Merak etme zor olmayacak;
Her seferki gibi.

Senden de giderim,
Kendimden gittiğim gibi.

Hiç kendime gelmemişim gibi,
En garibi.

Ayça ALAYLI

Sarmaş Dolaş


Hadi çık yukarı kırmızı tahta merdivenlerden,
Çık yavaş yavaş...
Dansedelim hayal edip ezgileri,
Dansedelim sarmaş dolaş!

Hadi söndür ışıkları beyaz çocuk,
Güneş doğuyor zaten,
Göğe açılan pencerenden.
Hadi konuş fısıltılarla,
Anlat, ne istiyor,
Kırmızı dudakların benden?

Hadi duyumsa anın güzelliğini
Dikip manalı siyah gözlerini,
Koklayarak birbirimizi,
Uyuyalım yavaş yavaş,
Uyuyalım sarmaş dolaş...


Ayça ALAYLI

Hayal Parçası


Gecenin koynunda sıkışmış kelimeler,
öyle bir sıkışmış ki, yağmur durmak bilmiyor!
Hoyratça savrulan su damlaları,
İfadesiz bir azimle yeryüzüne iniyor!

Her ne ise biriken,
Yağdıkça dağıtıyor beni minik parçalara,
Gözlerimin yaşarması ondandır belki,
Her parça ayrı ayrı masallara...

Şimdi soracaksın, yazık değil mi güzel aklıma,
Nelerle doldurmuşum, boş şeylere yormuşum...
Hatta öyle adımlar atmamışım ki,
Kendi alevimle kavrulmuşum.

Boşver,
Gel seninle yürüyelim yağmurda,
Arınırmışcasına,
Bir hayal parçasına...


Ayça ALAYLI



Dağınık Sayfalar

Dağınık Sayfalar

Dağınık sayfalardan başkasına yazamadım,
Yazamadıkça döküldü saçlarım
döküldü saçlarım...

Kara gözleri aştım,
Beyaz tene ulaştım,
Anlattım, hep anlattım,
Bu; aşkım...

Oturdum bir gecede yendim ölümü,
Sonsuzluk da bir zaman ölçümü,
Düşündükçe küçüldüm,
Saçlarım gibi ,döküldüm.

Dağınık sayfalardan başkasına yazamadım,
Yazamadıkça büyüdü uçurumlarım,
Açılmadı vaadedilen kanatlarım...

Hep sonra inandığım hikayeler uydurdum;
ve bu hikayelerin gölgesinde uyurdum,
İncecik parmakların kıpırdanışı oldu rüyam
ve göğsün solunda bulunan huzurdum...

Dağınık sayfalardan başkasına yazamadım,
Yazamadıkça kırıldı umutlarım,
kırıldı umutlarım...


Ayça ALAYLI

Hayat.

Çok öncelerden...

HAYAT

Bir akşam vakti olmuş olmuş,
Ömür teslimatta…
Ve ben süzülmüşüm gözlerindeki semada
Bıraksınlar da içeyim gözyaşlarını
Utansın gözlerin ağlamaya
O akşam vakti ki,
Güneş inat ediyor yine
Bırakmamak için bizi yalnız,dopdolu bu baharda

Bir akşam vakti olmuş,
O akşam vakti ki,ömür parça parça
Fark ediyorum zaman bize düşman
Geçer gider mi yıkmadan!?
Perdeleri çekelim,açık kahverengi perdeleri,
Belki bir parça daha uzaklaşırız hayattan…

Akşam vakitlerinde,ömür
Nokta nokta,çizgi çizgi bitmekte
Konuşma balonları uçuşuyor havada
Ve çınlayıveriyor kulağımda sesin
Ayrılık vakti gelip geçiyor isteksizsin,
Aynı benim gibi sen de
Belli etmesen de…

Bir akşam vakti olmuş
Ömür teslimatta…
Toparlıyorum kalbimin içinden çıkarıp
Dağıttıklarımı,odadan.
Perdeleri çekiyoruz,işi gücü bırakıp
Boşluk içinde boşluğuz.
Tekrar kalbime sözcükleri sıkıştırıp
Çıkıyorum yalnız girdiğim kapıdan
Yanımda belli belirsiz sen,
Zaman siler tüm yapıtları ama,
Aklımdan asla.

Çıkıyorum dışarı,bir derin nefes gibi. Güneş hala orada…

4 Haziran 2010 Cuma

Dönüşüm!



Yazının adını dönüşüm koymak istedim. Neden mi ? Çünkü Hollanda'da yaşamaya başladığımdan beri başka bir renge dönüştüğümü hissediyorum. Burayı çok sevmek ( hava durumu çok mutlu edici olmasa da) yeterli bir sebep. Burda rahat, mutlu ve gülebilir olmak..En az "yuva"da gibi heyecan duyabilmek de sebepler arasında sayılabilir.

Belki dönüş değildir beni sıkan, "bitiş"tir. Evet evet, biliyorum, her güzel şeyin bir sonu vardır tabii; ama çok garip asla bitsin istemiyorum. Mini mini tipik Hollanda evimin çatısı altında tanıştığım "ailem" dediğim insanlardan ayrılmak istemiyorum. Tipik sözler var bu durumlar için, hepimiz biliyoruz. "Tam alıştım derken ayrılmak zorundayım" gibi ama gerçek.

Geçenlerde burada lunapark kurulmuştu. Hep birlikte oraya gittik ve çocuklar gibi eğlendik. O anda buruklaşmıştım, bir sebebi vardı evet: ne kadar gerçek ama ne kadar gerçek dışıydı tüm yaşadıklarım.


Yine hep birlikte parka gidip koşturduk başka bir gün, top oynadık, sohbet ettik. Bazı akşamlar da bulup birlikte bir şeyler yiyip içer olduk, konuşup paylaşır olduk bir çok şeyi.

---
Gece saat 11'e yaklaştığında "komşu"ların gelip "çıkmıyor muyuz kızlar?" demesini, Brazilyalı sevimli kızların "bizce her pazar birlikte yemek yemeliyiz" fikirlerini, bisikletle markete veya derse gidişimi, birazcık güneş açınca sevinişlerimi, bir sürü insanla sabahlara kadar dansettiğim eğlenceleri, gerek dostları görmeye gittiğim gerek yeni insanlar keşfettiğim gezilerimi, stroopwafel'ı mikrodalga fırına koyup karamelinin erimesini izleyişimi, Hollandaca öğrenmeye çalışmanın bir başarısızlık hikayesi oluşunu, bisiklet sürmede gün geçtikçe tipik bir Hollandalı haline gelişimi, öğlen yemekleri için sandviç yemeye birinci dereceden alışmışlığımı, güneşli günlerde rüzgar da olsa parka gidip top oynayışlarımı, Hollandalı gençlere uyup disko çıkışlarında kroket veya patates kızartması yemelerimi, artık kısacık mesafelere yürümeye bile erinişlerimi, buz gibi havada incecik giyinişlerimi, bambaşka dilleri konuşanlarla kolkola şarkılar söyleyişlerimi, Grote Markt'ta pazar kurulduğundaki sevinişlerimi ve hatta hava sıcak sanıp dondurma yedikten sonra hastalanışlarımı bile özleyeceğim!!!
----

Burası da evim benim, nasıl anlatılır ki bu duygu, bilmiyorum, affola...

25 Mayıs 2010 Salı

Berlin'de Türk Düğünü!



Berlin'e de gittim,evet, Almanya'da ayak bastığım ikinci şehir Berlin.

Berlin'in oldukça geniş caddeleri ve oldukça geniş "ara" sokakları var. Birbirine çok benzeyen dümdüz sıralı yüksek apartmanları ve oldukça nizami bir şehir planı var.

Şehir aslında tarihin ağır çuvallarını taşıyor ama yepyeni! Bir çok yerde inşaatlar devam etmekte ve yeniden yapılan bir sürü yapı ile karşılaşılabilmekte.

Şehirde bir çok uzun zaman önce Almanya'ya yerleşmiş bir aile ile kaldık. Mis gibi çay demlenen bir evde...Sıcak ve samimi...Sabahları inanılmaz doyurucu (pastırma bile vardı) kahvaltılarla.

Akıldaki soru. Evet Berlin duvarına gittim: "East Side Gallery" görme sanşını elde ettim. Sanat eserine çevrilmiş duvarın bir parçası; çeşitli sanatçılar tarafından farklı bölümlere farklı işler yapılmış. Büyüleyici idi!

Berlin'de trafik ışıkları sevimli bir marka haline gelmiş. Geleneksel tipte bir yeşil ışık adamcığı var her ışıkta. Bu adamcıktan kupalar, t-shirtler, anahtarlıklar, oyuncaklar vb bir sürü şey yapmışlar!

Berlin'de beni en derin düşündüren anlardan biri Yahudi Anıtına gittiğimiz andı. Bloklar halinde büyüklü küçüklü bir çok beton yanyana dizili...her biri diğerinden daha gri ve karamsarlaştırıcı. Hele ki bugünlerde hoş olmayan şeyler yaşanıyor. Umut ettikçe bizler,geleceğimiz çalınıyor gibi hissediyorum. Kimsenin kimseyi sevemediğini bir dünyadan kaçıp gitmek istiyorum.

----

Berlin'de Türk düğününe gittik. Çok kalabalık, sazlı sözlü, şık kadınlar ve erkeklerle dolu, yemekli harika bir düğündü. Erasmus tecrübesi sürecinde düğünde göbek atacaksın deseler asla inanmayacağım bir şey!

Düğünde bir sürü çocuk etrafta koşturup oynarken yarı Almanca yarı Türkçe bir dil duyuyor insan. Nasıl hissedeceğini bilemiyor. Orada doğup büyümüş gençlerin yaşadıklarını dinlemek çok düşündürüyor insanı. Üzülse mi , sevinse mi bilemiyor.
Neyse, düğünde bir grup, ardından bir şarkıcı ve ardından bir Dj sahnedeydi! Meyve servisi, içecek servisi ve yemek servisi bitmek bilmedi! Gelin ve damat ise kocaman bir Türk bayrağının altından geçerek geldiler salona.


Berlin'de beni gülümseten şeylerden biri de bisiklet taksiler ve çok kişilik bisikletler idi. Yaratıcı ve hayat dolu olmanın sınırı yok sanırım.


Son olarak babam için çektiğim bir fotoğrafı koyup bitirmek istiyorum: seni seviyorum baba!



19 Mayıs 2010 Çarşamba

Santander anıları ve zihin çarpışmaları



Nisan ayı.

Paris rüyasından çıkamadan başka bir yerde bulmak kendini.

Önce Madrid, ardından Santander...

--Başını alıp gitmek, yemyeşil alanları geçerek, kulağında güzel şarkıların izi, ağzında "paella" tadı. Aklında ve kalbinde taşıdıklarınla.--

Uzun süre sonra eski bir dostu görmek, ve tanık olmak başka ülkelerde uzun süre aynı ritmde atan kalplerin buluşmasına!

Küçük havaalanından bizi alan sevimli dostun parlayan gözleri gitmiyor aklımdan. Arabaya atlayıp hemen şehre gittik ardından. Yumuşacık altın kumlarda yürüdük, elimizde karamelli dondurma. Yüzüme esen rüzgarda tanıdık tatlar vardı. İnsanlar fısıldadı her esintide, tanıdık insanlar. Saçları kum rengi, saçları kum gibi insanlar...

--Dolaşırken sokaklarda, hatırlamak, eski sahil kıyısı aşklarımı, çocukluğumu, gecelerce sahil sohbetlerimi...--


Yemyeşil alanların kokusunu duydum, özgür rüzgara karşı acımazsız uçurumlardan okyanusa bağırdım, okyanusun hırçın mavi gözlerinde anılarla boğuldum! Hissettim tenimde serinliği ve okyanusun sakin köşelerinin varlığını. Kumdaki izler yok olacak olsa da, bırakmak istedim evrene minik anılar.

----

Santander gerçekten insanın kalbine sevinç tohumları ekiyor, yeter ki siz detayları görmeyi bilin. Minik bir sahil şeridi ne de olsa. Dostumuz bizi oldukça tipik minik bir bara götürüyor gece, "a por la tercera" " republikan" gibi şeyler öğreniyorsunuz bir gecede. Her yerinden sanat fışkıran minicik bir bar. Sahnede gitar duruyor, mikrofon hazır; söyleyecek şarkınız mı var, ne duruyorsunuz? Gidin paylaşın!

Gitarın rahatlatan tınısı ve İspanyolca'yı dinleme isteğinin bitmeyişi gecenin özeti. İnsanlarsa, yüzlerinde umut dolu bakışları olan insanlar, söyledikleri anlam taşıyan insanlar!




İspanya hakkında yazmak bitmez sanırım. Çok kolay bir şey değil bu kadar zengin bir kültürü anlatabilmek. O anda hissettiklerimi kelimelere dökebilmek. Fotoğraflar da yetmiyor hiç bir zaman. Gördüğünüz, kokladığınız ve tattığınız sizin oluyor paylaşılamıyor.Ama...ama ben yine de İspanya'da tattığım tatlardan bahsetmek istiyorum.

Paella. İspanya'nın en geleneksel yemeği olsa gerek; bulgur pilavı gibi bir pilav ve içinde ya deniz ürünler ( karides, midye vb) veya et ( genelde tavuk galiba) veya hepsi birden. Bulmak mümkün. Yanında sangria, kırmızı şarap,meyve ve meyvesuyu karışımı. Tatlı içkilerin en sevimlisi!


Açık konuşmak gerekirse biraz korkmuştum paelladan. Karmakarışık bir yemek gibi gelmişti. Fakat bence çok lezzetli bir yemek, oldukça da doyurucu. Ardından "orujo" ikramı ve ardından sütlü kahveler.

Diyorum ya, İspanya'nın tadını almak gerekiyor!

İspanya'ya gidip de tapas yapmadan olmazdı sanırım. Tapas da ne derseniz, genel olarak içkinin ( genellikle bira sanırım) yanında yenen minik atıştırmalıklar. Minik dediğime bakmayın onlar da oldukça doyurucu ve çok lezzetli. Çünkü her mekanın yaptığı tapas birbirinden farklı ve rengarenk. Et, peynir, deniz ürünleri, sebzeler vb ekmek üzerine sürülmüş veya sandviç yapılmış biçimde birayla ( küçük boylu bir bira, cana deniyor) birlikte ikram ediliyor.


Doğa güzellikleri ile dolu olan Santander'e veda edesim gelmedi açıkçası. Dostlarımız bizi en iyi şekilde ağırladılar. Çevre kasabalara götürdüler. Onlardan biri, oranın evlatları olduk; bize dünyaya bakış açılarını aşıladılar: Hayattan, tadıyla, müziğiyle ve aşkıyla zevk almak...

Kurulu sıkı bağlar çok daha kuvvetlendi Santander'de...

Bir parçamı da orada bıraktım...

11 Mayıs 2010 Salı

Gecenin içinde bir kadın...

Zihnimdeki uzaklara yolculuk ettim bugün...
En uzun yolculuklardan biri idi...

Düşüncelerimin arasında boğuldum beyaz bilgisayar ekranı karşısında...

--Biraz zaman geçti, gece iyice bastırdı. Beynimde dolaşan solucanlar kıpraştı. Rahatlık ve rahatsızlık iki yandan yanaştı.--

Gecenin içinde yanlızsın sonuçta. Sadece düşünceleri duyarsın böyle anlarda. Hafif nefret, biraz çaresizlik çorbaya katılır. Ayakların üşür.

Özlemek güzel.
Telaşa kapılmadan olursa...O isimsiz telaş yiyip bitiriyor iliğimizi.

Borç ödemek istiyor insan. Kocaman kararlar almadan evvel on defa düşünüyor. Nedir öncelik?
Neyin tadı daha güzel? Kalbinde taşıması yetmiyor bazen insanın kimilerini; maddesel bağlamda bir doygunluğa ulaşması mümkün bile değilken.

"Duyumsa "dedi biri. O biri ki düşünmeye sevk eden beni. "İnsanları duyumsa, ara sokaklara gir, gör, koy cebine...

Çünkü devamı yok, geçmişi de yok yaşantının; sadece bugünü veya bu anı var. O anda yaşamalı insan duygusunu, o anın tadını,kokusunu almalı. Duyumsanacak ne ise, kim ise o andan başkasında aramamalı. Risklerle doludur bu biraz. Almalı.

Ve dinlememeli diğer akılların yaptığı oyunları. Yıpranmamalı boş yere.

--Hep yapılacaklar listesi yapıyormuş meğer insan böyle zamanlarda.--

Yazmalıyım, şarkılar söylemeli ve resimler yapmalıyım suyun üzerine, gitar tınıları ve yanık sesler arasında dans etmeliyim özgürce,zincirlerden bağımsız... Şiirler yazmalıyım kişileri ve akılları anlatan, konuşabilmeliyim başka diller, o dillerde şarkılar söylemeliyim...Ağlayıp gülmeliyim, güldürebilmeliyim, borcumu ödemeli, değer bilmeliyim...Koşmalıyım çimlerde çıplak ayak, soluk soluğa düşmeliyim toprağa...Tek tek dokunmalıyım tüm sevdiğim tenlere,karışmadan kalabalıklara.Ya çok yakın durmalıyım ya çok uzağa gitmeliyim, ki bir amacı olsun bunun...Gitarımı almalıyım elime, öğretmeliyim ellerime sanatı ve disiplini.Kulaklarım duymalı ve bedenim hissetmeli nasıl titreştiğini tellerin.Yaşamak mı istiyorum?Sevmeli ve sevişmeliyim, rahat bırakmalıyım kalbimi! Fotoğraflar çekmeliyim yüzlerce binlerce. Anları sıkıştırabilmek biraz olsa rahatlatır insanı, gülümsetir, gülümseyen fotoğraflar gözlere çarptıkça...
Yardım etmeliyim insanlara,hep. Dillerini öğrenmeliyim sessiz dünyaların, hayal etmeliyim karanlık geçen ömürleri. Parçalara ayrılıp dağıtabilmeliyim. Gülümseyebilmeliyim insanlara.Yüzmeliyim tertemiz sularda,bir o kadar çamura bulanmalıyım! Korkusuzca elimi uzatebilmeliyim ellerini uzatana...Binlerce tat tatmalıyım...Artık daha başka sarılabilmeliyim sevdiğim bedenlere, o anın değerini bilerek.

ve hala annemle babamın arasında uyuyabilmeliyim...!

Yatıştırmalıyım kendimi.

Yanlışlarım ve doğrularım ile kabul edebilmeliyim kendimi, edilebilmeliyim...

Belki de uyumalıyım şimdi.

uzakları hayal ederek...






27 Nisan 2010 Salı

Hayale devam....Paris...

Hani bir şehre gidersiniz ve ilk bakışta içinize dolan bir his vardır: Yıllardır orada yaşıyormuş hissi...

Paris'te kokladığım koku tam olarak buydu.

Orada kaldığım zamanlarda nerelere gittim neler yaptım çok fazla detaya girmeme gerek yok diye düşünüyorum. Önemli olan benim zihnimdeki yansımasıydı Paris'in.

Binlerce farklı yüz var orada...binlerce his, düşünce...Kilometrelerce uzaklardan kopup gelmiş parçalar birleşimi...Karmaşa var. Ama karmaşada inanılmaz bir düzen var, insanı allak bullak eden.

Uzayıp giden caddeler var sonsuza çıkacak gibi...Sokaklarda uyuyan evsizler var; binlerce Euro'luk giysiler var vitrinlerde.

Pahabiçilmez tarih parçaları toz halinde havada asılı, sanat ve müzik yoğun bir sis gibi sokaklarda...Fakat, yoz ve yoğun bir is gibi dünyanın gerçek hali aynı zamanda...

Louvre...Meşhur müze.Koridorlarında gezerken insan tarih sahnelerinde oyuncu oluyor, çok düşünme fırsatı buluyor; bitmek bilmeyen müzede "kayboluyor".

Notre Dame kilisesi'nin çatısında kocaman ziller altında dururken insan hayal kuruyor. Sahnelerde şarkılar söylüyor, aşık oluyor bir kadına; dansına hayran oluyor meydanlarda.

ve evet kadınlar; Parisienne kadınlar...Paris kadınının yüzünde hep buruk bir ifade. Belki şehrin makyajlı yüzüdür etkileyen ya da yoran...Kim bilir belki de kırmızı şarabın mayhoş sarhoşluğudur onların bu hali. Ama aklımda kalan Parisienne kadınının Mona Lisa halidir, kazınmış gibi.

-------
Yazdıkça karamsar oluyormuşum gibi gelmesin. Sanat ve ahenk şehri Paris demiştim. Çocukların ellerinde büyüyor sanat Notre Dame Kilisesi'nin önünde.




Metroda tünellerin içinde sanat. Kanallar boyunca sanat, Tour Eiffel'de sanat...



Belki de şehir ve sakinleri tonlarca çelik altında ezilirken, dudaklarında minik bir kıvrılma olsun diyedir tüm uğraş, kim bilir...





25 Nisan 2010 Pazar

"Ah benim sevdalı başım!"

Nisan ayının ilk hafta maceralarını yazmadan önce "ah evet bu satırlarda benden parçalar gizli" diyerek dinlediğim bir şarkıyı paylaşmak istedim...


Ah benim sevdalı başım
Ah benim şair telaşım
Ah benim sarhoşluğum
Ah çılgın yüreğim
Sus artık uslandır beni

Kaç okyanus geçtim böyle
Kaç denizde yitip gittim
Kırılmış direkler yırtık yelkenlerle
Kaç seferden yorgun döndüm

Ah benim yaralı ruhum
Ah benim insan kusurum
Ah benim isyanlarım, ah yalnızlıklarım
Gel artık uslandır beni

Ah benim iyimser yanım
Ah benim aldanışlarım
Ah benim kavgalarım
Ah pişmanlıklarım
Sus artık uslandır beni



Z.L.

23 Nisan 2010 Cuma

Hayaldeki şehir, hayal gibi şehir...Paris!

Nereden başlasam bilemiyorum...

Yıllarca hayalini kurduğum, resimlerden baktığım sevgili Paris!

Nisan'ın 7'si sabah 7 sularında Paris Gallieni'e ayak basmak. Tüm gece sıkış sıkış, uykusuz ve yorgun geçen bir otobüs yolculuğunun ardından hem de...
Neler yaşanacak bilmeden, durumdan pek hoşnut olmayarak metro için bilet sırasında bulmak kendini. Çünkü hala uykulu bir hal içinde yürümeye çalışmak, sırtta çanta.

Fakat, gelir gelmez sıcak bir yazı karşılıyor beni: Bienvenue a paris! Hoşbulduk! Uzun zaman sonra, hoşbulduk!
Nispeten kısa bir metro yolculuğundan sonra buluyorum tatlı minik fransız arkadaşımın evini. Sabah sabah kapısındayım! Uykulu bir şekilde karşılıyor beni. Ama yine de güler yüzlü. Eşyalarımı bırakıp biraz dinlenip buluşuyorum diğerleri ile. İlk gidilecek yer en yakında, Montmarte!

Mini mini sokakları geçiyoruz, Sacre Coeur'a çıkıyoruz. Dokunuyoruz hayatımızda çiçekler açtıran filmin karelerine: La fabuleux destin d'Amelie Poulain. O merdivenlerden çıkarken anıyorum ilham perilerini...

Daha sonra Arjantinli bir tur rehberinin yaptığı bedava şehir turuna katılıyoruz. O kadar sevimli ki rehber! Oldukça uluslararası bir grubun içinde homojen olarak dağılıyoruz. Yürüdükçe yürüyoruz Paris sokaklarında; kanal boyunca, ünlü müzeler geçerek, filmlere konu olmuş meşhur ve lüks otelleri görerek ve de Louvre'a gizli bir giriş tavsiyesi alarak. ( Aslanlı kapı :)

Akşam üstü oluyor. Moulin Rouge'a doğru yürüyoruz. Moulin Rouge! Ayıp sayılanların sanat hali! ( ve de bir gösteri izlemek oldukça pahalı, yanında şampanya içmek isterseniz daha da pahalı!)

Bize de Moulin Rouge önünde fotoğraf çektirmek kalıyor...

Yorgun düşmüş bir beden ile düşünceli düşünceli yürümeye koyuluyorum dostlarla. Paris'in "Red Light"ı sayılabilecek bir caddeden geçiyoruz. Her şey o kadar açık saçık, ortadaki bir zaman sonra utanma duygusu uçup gidiyor.

İlk günden...ilk günden dikkatimi çekti: Kadınlar...

Paris'te kadınların bakışları çok derinlere iniyor, gözlerinin içine bakamıyorsunuz.

Yaralı veya değil, Paris yine de aşk şehri.

Sokaklarda dağılmış;sarılmalar başka, bakışmalar başka, öpüşmeler başka...








5 Nisan 2010 Pazartesi

Düşünceler düşünceler...

Düşüncelerden uyuyamaz ya insan, çok iyi uyuyamadım dün gece.

Bir çok yeri, bir çok insanı, olmuşları, olacakları, olabileceklerden duyulan korkuları, olmayabileceklerden duyulan ön pişmanlığı...

Yola çıkacak olmanın verdiği karmaşıklık bu yine. Her yolculuktan önce arap saçına dönen duygular silsilesi...

Hep havasını koklamak istediğim, insanların seslerini kendi kulaklarımla duymak istediğim yere gitmeden bir önce: Paris!

Şimdi çok yakın geliyor, ulaşılır geliyor; dünyadaki her şey ama her şey o kadar ulaşılır geliyor ki büyüsünü kaybediyor.

-----

Diğer günlere nispeten daha güzel hava bugün. Paskalya tatili... İnsanlar parklarda, çoluk çocuk, çoğu gülümsüyor. Enerji veriyor.

Bisikletimle dolaştım bir müddet, parktan geçtim, kapalı dükkanlarla dolu sessiz sokaklardan geçtim, derin nefesler aldım, derin nefesler verdim. Hayaller kurdum, temiz hava depoladım ciğerlerime. Dolaştıkça çözüldüm. Kendime yaklaştım.

Akşam yağmuru bastırmadan döndüm.

Dönmeden önce "nazar market"e uğradım.

----Yarın yine yollardayım.

Evet var, söylemek istediğim daha bir sürü şey...


17 Mart 2010 Çarşamba

Brüksel: Ahenk şehri


"Pardon, bir bira alabilir miyim?" sorusuna "hangisinden?" sorusuyla cevap alırsınız ve önünüze gelen menüde 2004 çeşit bira vardır! O anda sadece bir kaç öneriyi hatırlamaya çalışmakla bile yarım saati barın önünde harcarsınız!

Brüksel! İçimi kıpır kıpır etti Brüksel sokakları, ve tabi sokaklarda duyduğum Fransızca!!!

Belki de maruz kaldığım Felemenkçeden sonra Fransızca duymak beni çok ama çok mutlu etti, ayrıca ilham verdi daha fazlasını öğrenebilmem için.

Brüksel'de de Ankara'dan bir arkadaşın yurdunda kaldık. Bizi almaya gelirken kaybolmalar yaşasak da buluştuk sağ salim.

Metrodan indiğimizde ilk karşımıza çıkan yer "Sultans of Kebab" idi. Sanırım artık saymayı bıraktım bu döner etkisini; Ankara'da bile daha az dönerci var sanırım! Canım sıkıldı adeta!

Çantaları sırtlamış, az uyumuş yorgun savaşçılar olarak gezinmeye devam ettik elbette. Sokaklarda gezinirken bir çok sokak sanatçısına rast geldik. O kadar sevimliler ki, minicik ama kocaman sokak orkestraları! Rock veya jazz çalıyorlar genelde; o eski sokaklara ve çarşıya öyle güzel bir hava veriyorlar ki! Sanırım sanat bu diyorsunuz, ruhunuza dokunuyor, tüm algınızı açıyor, o günü, saati, havanın ısısını, hislerinizi bütüncül kılıyor ve unutturmuyor; rüyalarda geri dönüyor o anlar.
.

Mis gibi kokan çikolata dükkanlarının önünden geçip, o meşhur "İşeyen Çocuk" (Manneken Pis)
heykelinin önüne geldik. Bir çok hikayesi olan, 16. yüzyıldan kalma heykelcik! Kimi hikayeler diyor ki: Bu çocuk bir cadının kapısına işemiş sonra cadı onu taşa çevirmiş. Bir diğeri ise çocuğun bir yangını işeyerek söndürdüğü şeklinde. Ama diğeri daha duygusal, oğlunu kaybeden baba çocuğu bu köşede 2 gün sonra işerken bulunca heykel yaptırıyor.

Daha sonra, gece geleceğimiz barın hemen yanında alternatif bir heykele gidiyoruz. Manneken Pis'in kardeşi diye adlandırmışlar; feministlerin yaptırdığı söyleniyormuş. "İşeyen Kız" heykeli...
Nedendir bilmem, belki de ön yargılardan, sevimsiz göründü gözüme. Çok da işlek olmayan çıkmaz bir sokakta ve kırmızı parmaklıklar ardında bu kız. Çok enteresan, herkes bir erkek çocuğun göğsünü gere gere işemesini görmek için kilometreler teperken, bu kız parmaklıklar ardına konmak zorunda kalmış çeşitli nedenlerden. Kadın olmak, heykel iken bile çok zor!

Akşam olunca biraz sohbet edip müzik dinlemek için küçük bir mekana gittik. Kuru kafalar ve tabuttan masalar ile dolu bir mekana! Farklı ışıklar ile döşenmiş, oldukça karanlık, kuru kafalı bardakları olan bir yer; fonda genelde metal veya rock çalıyor. Çok sevdim!

Ardından 2004 çeşit bira menüsü olan yere gittik: Delirium. Mekanın içi bir çok eski afiş ve tepsi ile döşenmiş, çok renkli ve çeşitliliği destekleyen bir yapı oluşturmuş.

Orada meyveli bira denemeniz mümkün, tatlı mayhoş. Farklı renklerde, bir sürü farklı tipte ve tatta. Pek eğlenceli.

Brüksel'de bir de dantel işleri çok meşhur; çok iyi işler çok pahalıya satılıyor, zenginler özellikle buraya dantel almaya geliyormuş!

O gecenin tadını takip eden günde de sokaklarda ve çarşıda dolanıp, çilekli ve çikolata soslu "waffle" yedikten sonra kıl payı otobüse yetişip dönüş yoluna çıktık tekrar.

Bize o güzel günleri yaşatan herkese teşekkür ederim.

5 günde 3 şehir ve 3 ülke. Dip dibe sınırlar! Maastricht merkeze gittiğimizde aslında Belçika sınırındaydık, dip not olarak eklemem gerekirse.

Güzel insanlar ile güzel bağlar kurmuş; yorgun ama mutlu bir şekilde çatı katıma döndüm...

Uykuya teslim olmak üzereyim.

İyi geceler, zihnimdeki uzaklarda tüm sevdiklerime.
(not: bahsettiğim bir kaç yerin fotoğrafını yakında eklerim)






Maastricht: Güneye giderken.



Aachen gezisi ardından, en güneydeki Hollanda şehrine gittik: Maastricht.

Tam sınırda pek sevimli bir evde kaldık, içinde sıcak çay demlenen, Atv ana haber izleyebildiğiniz! Yer sofrasında yemek yiyebildiğiniz, ince bellide çay içebildiğiniz.

Evde gibi hissettim, kilometrelerce uzakta. Anne sıcaklığında insanlarla!

Maastricht, çok uluslararası, kalabalık, hareketli, biraz pahalı ama çok sevimli, yaşanası bir yer. Sokaklarda gezerken kendimi huzurlu ve neşeli hissettim. Sanki hiç sıkılmadan yaşanabilirdi o şehirde, yüzünü asmadan hep ilham dolarak. (Tabi bu düşünceler o anda çok daha yoğundu, başka yerlere gidene kadar sürdü).

Böyle aklım bir karış havada dolanırken düşünüyorum: Kaçıp gitmeli, bir çok yer görmeli, bir çok insan tanımalı, çok şey denemeli, bir kaç dil bilmeli. Sonra hemen, neden bilmem, depresif hissediyorum, yeterince zaman var mı bunlara? Şans var mı ? Dayanabilme hissi var mı ?
Dünyaya nasılsa elveda denilecek, görebilmeli mi her yeri, yoksa bir anlamı var mı varolmanın?

Şehir bir çok Hollanda şehri gibi güzel kokuyor, sokaklar ve meydanlar gayet tipik, su ana kadar görebildiğim Hollanda şehirleri gibi. Her Hollanda şehrinde olduğu gibi, orada da bu yerlerin güneşli havalarda nasıl olacağını hayal ediyorum. Evet çok güzel!


"Annemizle" sokaklarda geziniyoruz, bir kaç kartpostal alıp "waffle" yemeğe gidiyoruz. Ardından mini mini sokaklardan geçiyoruz.

Binalar çok sevimli, yüzümde şapşal bir ifade bırakıyor adeta; midemin ağrısına rağmen gün güzel geçiyor.

Eve dönüp geleneksel bir yemek ardından başka sıcak bir eve gidiyoruz; orada da misafirperverlik ile karşılanıp Türk kahvesi içip fal bile bakıyoruz!

Ertesi sabah erkenden tekrar yollara düşüyoruz, kıl payı yakaladığımız trenle.

Eindhoven istasyona doğru...






Aachen'daki eski dost!


Dünya çok küçük.

Bunun haddi nedir bilmiyorum; belki bilmek de bana düşmez.

Herkes ve her şey yakın olabilir birbirine. Hayal ettikçe siz, özleminiz de aklınızın içinde, gezip dolaşmalar da.

Gördüğüm şeyler; insanlar, yüzler, sokaklar, duyduğum sesler, bambaşka lisanlar ve tanıdık olanları: her şey gerçek ise bir o kadar zahiri!

Her şey aklımın içinde sanki; dünyanın döndüğü yer orası, olup bitenler hep orada.


Fakat, bir çok düşüncenin yarattığı kafa karışıklığı ve duygusal dalgalanmalar insanı bir garip yapıyor: garip ve düşünceli.

Aachen'da idim bir kaç gün önce.


Arjantin'den Türkiye'ye yolu düşen bir eski dostu ziyaret vesilesi ile.

2007 yılıının yazında tanışıp, pek güzel zamanlar geçirdiğim. Sıklıkla hakkında konuştuğum ve büyük bir ilham aldığım bir iyi niyetinden şüphe etmediğim biri.

Dünyayı gezen; belki bundan dolayı belki da mizacından ufku kocaman bir insan!

Lafı fazla uzatmayayım. Aachen eski bir Alman şehri. Hollanda'nın en güney şehri olan Maastricht'e sınır komşusu. Sokaklar ve binalar eski, kimi binalar biraz soğuk görünümlü.

Orada bir gece kaldım, iki dost ile beraber. Gün üçünde şehrin kilisesine gittik, Avrupa'nın en eski kilisesi veya kiliselerinden biri imiş. Aachen Dom. Şehir hazinesinin müzesine gittik. (Biraz sıkıcı bir müze gezisi idi, kabul etmeli, çünkü ingilizce turu kaçırmıştık).


Ardından eski sokaklarda yürüdük. Bir kaç fotoğraf çektik ve Nico ile buluştuk. Yemeğin ardından, güzel bir sohbete başladık çilek ve kavun tadında. Dünyanın farklı köşelerinden ve başka hayatlardan enstantaneler yakalandı o akşamüstü. İlham getirdi hayata dair, ama bir o kadar da sıkışmışlık hissi uyandırdı. Duman olup uçabilmek istedim, binlerce parçaya ayrışabilmek.

Ertesi gece tekrar yolda idim. Hayal gibi gerçek gibi, var mıydım yok muydum bilemedim.

Maastricht'e doğru...