17 Mart 2010 Çarşamba

Brüksel: Ahenk şehri


"Pardon, bir bira alabilir miyim?" sorusuna "hangisinden?" sorusuyla cevap alırsınız ve önünüze gelen menüde 2004 çeşit bira vardır! O anda sadece bir kaç öneriyi hatırlamaya çalışmakla bile yarım saati barın önünde harcarsınız!

Brüksel! İçimi kıpır kıpır etti Brüksel sokakları, ve tabi sokaklarda duyduğum Fransızca!!!

Belki de maruz kaldığım Felemenkçeden sonra Fransızca duymak beni çok ama çok mutlu etti, ayrıca ilham verdi daha fazlasını öğrenebilmem için.

Brüksel'de de Ankara'dan bir arkadaşın yurdunda kaldık. Bizi almaya gelirken kaybolmalar yaşasak da buluştuk sağ salim.

Metrodan indiğimizde ilk karşımıza çıkan yer "Sultans of Kebab" idi. Sanırım artık saymayı bıraktım bu döner etkisini; Ankara'da bile daha az dönerci var sanırım! Canım sıkıldı adeta!

Çantaları sırtlamış, az uyumuş yorgun savaşçılar olarak gezinmeye devam ettik elbette. Sokaklarda gezinirken bir çok sokak sanatçısına rast geldik. O kadar sevimliler ki, minicik ama kocaman sokak orkestraları! Rock veya jazz çalıyorlar genelde; o eski sokaklara ve çarşıya öyle güzel bir hava veriyorlar ki! Sanırım sanat bu diyorsunuz, ruhunuza dokunuyor, tüm algınızı açıyor, o günü, saati, havanın ısısını, hislerinizi bütüncül kılıyor ve unutturmuyor; rüyalarda geri dönüyor o anlar.
.

Mis gibi kokan çikolata dükkanlarının önünden geçip, o meşhur "İşeyen Çocuk" (Manneken Pis)
heykelinin önüne geldik. Bir çok hikayesi olan, 16. yüzyıldan kalma heykelcik! Kimi hikayeler diyor ki: Bu çocuk bir cadının kapısına işemiş sonra cadı onu taşa çevirmiş. Bir diğeri ise çocuğun bir yangını işeyerek söndürdüğü şeklinde. Ama diğeri daha duygusal, oğlunu kaybeden baba çocuğu bu köşede 2 gün sonra işerken bulunca heykel yaptırıyor.

Daha sonra, gece geleceğimiz barın hemen yanında alternatif bir heykele gidiyoruz. Manneken Pis'in kardeşi diye adlandırmışlar; feministlerin yaptırdığı söyleniyormuş. "İşeyen Kız" heykeli...
Nedendir bilmem, belki de ön yargılardan, sevimsiz göründü gözüme. Çok da işlek olmayan çıkmaz bir sokakta ve kırmızı parmaklıklar ardında bu kız. Çok enteresan, herkes bir erkek çocuğun göğsünü gere gere işemesini görmek için kilometreler teperken, bu kız parmaklıklar ardına konmak zorunda kalmış çeşitli nedenlerden. Kadın olmak, heykel iken bile çok zor!

Akşam olunca biraz sohbet edip müzik dinlemek için küçük bir mekana gittik. Kuru kafalar ve tabuttan masalar ile dolu bir mekana! Farklı ışıklar ile döşenmiş, oldukça karanlık, kuru kafalı bardakları olan bir yer; fonda genelde metal veya rock çalıyor. Çok sevdim!

Ardından 2004 çeşit bira menüsü olan yere gittik: Delirium. Mekanın içi bir çok eski afiş ve tepsi ile döşenmiş, çok renkli ve çeşitliliği destekleyen bir yapı oluşturmuş.

Orada meyveli bira denemeniz mümkün, tatlı mayhoş. Farklı renklerde, bir sürü farklı tipte ve tatta. Pek eğlenceli.

Brüksel'de bir de dantel işleri çok meşhur; çok iyi işler çok pahalıya satılıyor, zenginler özellikle buraya dantel almaya geliyormuş!

O gecenin tadını takip eden günde de sokaklarda ve çarşıda dolanıp, çilekli ve çikolata soslu "waffle" yedikten sonra kıl payı otobüse yetişip dönüş yoluna çıktık tekrar.

Bize o güzel günleri yaşatan herkese teşekkür ederim.

5 günde 3 şehir ve 3 ülke. Dip dibe sınırlar! Maastricht merkeze gittiğimizde aslında Belçika sınırındaydık, dip not olarak eklemem gerekirse.

Güzel insanlar ile güzel bağlar kurmuş; yorgun ama mutlu bir şekilde çatı katıma döndüm...

Uykuya teslim olmak üzereyim.

İyi geceler, zihnimdeki uzaklarda tüm sevdiklerime.
(not: bahsettiğim bir kaç yerin fotoğrafını yakında eklerim)






Maastricht: Güneye giderken.



Aachen gezisi ardından, en güneydeki Hollanda şehrine gittik: Maastricht.

Tam sınırda pek sevimli bir evde kaldık, içinde sıcak çay demlenen, Atv ana haber izleyebildiğiniz! Yer sofrasında yemek yiyebildiğiniz, ince bellide çay içebildiğiniz.

Evde gibi hissettim, kilometrelerce uzakta. Anne sıcaklığında insanlarla!

Maastricht, çok uluslararası, kalabalık, hareketli, biraz pahalı ama çok sevimli, yaşanası bir yer. Sokaklarda gezerken kendimi huzurlu ve neşeli hissettim. Sanki hiç sıkılmadan yaşanabilirdi o şehirde, yüzünü asmadan hep ilham dolarak. (Tabi bu düşünceler o anda çok daha yoğundu, başka yerlere gidene kadar sürdü).

Böyle aklım bir karış havada dolanırken düşünüyorum: Kaçıp gitmeli, bir çok yer görmeli, bir çok insan tanımalı, çok şey denemeli, bir kaç dil bilmeli. Sonra hemen, neden bilmem, depresif hissediyorum, yeterince zaman var mı bunlara? Şans var mı ? Dayanabilme hissi var mı ?
Dünyaya nasılsa elveda denilecek, görebilmeli mi her yeri, yoksa bir anlamı var mı varolmanın?

Şehir bir çok Hollanda şehri gibi güzel kokuyor, sokaklar ve meydanlar gayet tipik, su ana kadar görebildiğim Hollanda şehirleri gibi. Her Hollanda şehrinde olduğu gibi, orada da bu yerlerin güneşli havalarda nasıl olacağını hayal ediyorum. Evet çok güzel!


"Annemizle" sokaklarda geziniyoruz, bir kaç kartpostal alıp "waffle" yemeğe gidiyoruz. Ardından mini mini sokaklardan geçiyoruz.

Binalar çok sevimli, yüzümde şapşal bir ifade bırakıyor adeta; midemin ağrısına rağmen gün güzel geçiyor.

Eve dönüp geleneksel bir yemek ardından başka sıcak bir eve gidiyoruz; orada da misafirperverlik ile karşılanıp Türk kahvesi içip fal bile bakıyoruz!

Ertesi sabah erkenden tekrar yollara düşüyoruz, kıl payı yakaladığımız trenle.

Eindhoven istasyona doğru...






Aachen'daki eski dost!


Dünya çok küçük.

Bunun haddi nedir bilmiyorum; belki bilmek de bana düşmez.

Herkes ve her şey yakın olabilir birbirine. Hayal ettikçe siz, özleminiz de aklınızın içinde, gezip dolaşmalar da.

Gördüğüm şeyler; insanlar, yüzler, sokaklar, duyduğum sesler, bambaşka lisanlar ve tanıdık olanları: her şey gerçek ise bir o kadar zahiri!

Her şey aklımın içinde sanki; dünyanın döndüğü yer orası, olup bitenler hep orada.


Fakat, bir çok düşüncenin yarattığı kafa karışıklığı ve duygusal dalgalanmalar insanı bir garip yapıyor: garip ve düşünceli.

Aachen'da idim bir kaç gün önce.


Arjantin'den Türkiye'ye yolu düşen bir eski dostu ziyaret vesilesi ile.

2007 yılıının yazında tanışıp, pek güzel zamanlar geçirdiğim. Sıklıkla hakkında konuştuğum ve büyük bir ilham aldığım bir iyi niyetinden şüphe etmediğim biri.

Dünyayı gezen; belki bundan dolayı belki da mizacından ufku kocaman bir insan!

Lafı fazla uzatmayayım. Aachen eski bir Alman şehri. Hollanda'nın en güney şehri olan Maastricht'e sınır komşusu. Sokaklar ve binalar eski, kimi binalar biraz soğuk görünümlü.

Orada bir gece kaldım, iki dost ile beraber. Gün üçünde şehrin kilisesine gittik, Avrupa'nın en eski kilisesi veya kiliselerinden biri imiş. Aachen Dom. Şehir hazinesinin müzesine gittik. (Biraz sıkıcı bir müze gezisi idi, kabul etmeli, çünkü ingilizce turu kaçırmıştık).


Ardından eski sokaklarda yürüdük. Bir kaç fotoğraf çektik ve Nico ile buluştuk. Yemeğin ardından, güzel bir sohbete başladık çilek ve kavun tadında. Dünyanın farklı köşelerinden ve başka hayatlardan enstantaneler yakalandı o akşamüstü. İlham getirdi hayata dair, ama bir o kadar da sıkışmışlık hissi uyandırdı. Duman olup uçabilmek istedim, binlerce parçaya ayrışabilmek.

Ertesi gece tekrar yolda idim. Hayal gibi gerçek gibi, var mıydım yok muydum bilemedim.

Maastricht'e doğru...








5 Mart 2010 Cuma

Groningen'de güneş açarsa!



Groningen'de güneş açarsa ne olur?

Damarlarımızda kanımız daha hızlı akar. Esmer tenimiz sevinir, kendine gelir. Yüzümüz güleçleşir.
Enerji dolar içimiz, nereden geldiğini bilmediğimiz. Uyku falan kalmaz bünyemizde. Akşama kadar, yani "hava soğuyana kadar güneşin altında öylece durmak" isteriz.

Groningen'de güneş açmaya başladı bugünlerde. Fakat öyle hemen aldanmayın, güneş var dediysem hemen ardından buz yağıyor!

Ama yine de sevindirici!

Güneşli günde bir de Vismarkt'ta pazar kuruldu mu değmeyin keyfime. Minik sokaklarda yürümek bir eğlence oluyor benim için!

İlk fotoğraf evimize giden yol. Köşeden vuran güneş ışığı ve bisikletler ve minik evler!

İkinci fotoğraf Vismarkt, yani balık pazarı, fakat farklı günler farklı pazarlar kuruluyor. Giysi, sebze, meyve...


Daha güneşli günler, sabırsızlıkla bekleniyorsunuz!

4 Mart 2010 Perşembe

Tilburg...



Geçtiğimiz günlerde dostların yanına Tilburg'a gittik, uzun ve çok sevimli geçen bir gecenin ardından. Bu geceye daha sonra değineceğim,ismi yolculuk öncesi gece olsun.

Neyse, yarı konforlu yarı konforsuz geçen tren yolculuğundan sonra ulaştık Tilburg'a. Sevimli bir tren istasyonu idi. Buluştuk uzun zamandır görmediklerimizle. Duygusal anlar...

Şehrin ilk düşündürdüğü şey şuydu: Kuzeye git...Daha tipik Hollanda bulacaksın.

Bilmiyorum Groningen'den sonra binalar kocaman, yollar kocaman göründü gözüme; kaldıkları yurt kocaman, ama insanlar küçülmüştü sanki! Daha az bisikletli, daha erken biten hayat; bir nevi yorgunluk vardı.

Tabi orada dostlarla hep birlikte geçen, yavaşlayan ve hızlanan zamana değer biçmek manasız.

Evden çok uzakta, ama evde gibi...

DUTCH DROPS!


Kültürel farklara saygı göstermek, gerekirse onlarla birlikte yaşamayı öğrenmek ve hatta onlara sahip çıkmak gerekiyor bazen.

Konuşulan dil (mesela HHHHHHroninın: Groningen), bisiklet sürme kuralları, otobüs şoförüne her seferinde "merhaba" deme, gece hayatının neredeyse sabah saat 2 sularında ancak başlaması, kroket yeme (kokoreç misali), sevimli evler, tuvalet kağıdını tuvalete atmak, kocaman salatalıklar, tatlı abur cubur çılgınlığı, vla ( bir çeşit puding), öğlen yemeğinin hep sandviç olması, akşam yemeğinin akşam 6'da yenmesi...

Her şeyi sevdim, yani sevmek denmese de bir sorun yaşamadım, tek bir şey dışında: Drops!

Siyah renkli, tatlı, tuzlu ,naneli ve bilmediğim çeşitli baharatlar katılmış "şeker!" Gerçekten şeker demeye dilim varmıyor, çünkü o eşsiz(!) tadını tarif etmek çok zor!!!

Kötü anı; hikaye şu: Bir gün yan komşumuz Rebecca, elinde bir paket drop ile mutfaktan içeri girdi. Nasıl bir iştah ile yediğini anlatamam o yuvarlak minik siyah dropları. Ben de (kötü şey merak) merak ettim. Önce tereddüt ederek dilimin ucuyla tattım, daha sonra Rebecca hepsini yemem konusunda ısrar etti. Hepsini ağzıma attım ve...



Ah bu drop harika bir şey!

Amsterdam!


AMSTERDAM!

-Çok daha önce yazmış olmam gereken bir yazıyı yazıyorum şimdi affınıza sığınarak-

20 Şubat 2010 Cumartesi günü, Amsterdam'a ayak bastım.

Şehir adeta mis gibi kokuyor, kocaman bir fırında kocaman bir ekmek yapar gibi...bunun yanı sıra ise sizi gülümseten kokular da mevcut tabi.

İlk başta güneş gösterdi yüzünü bize. Fakat, ara sokaklarda koşturan soğuk rüzgar içimizden geçti!

Önce şehrin içinde dolandık biraz, Kanadalı sevimli bir rehberle birlikte. Şehrin en eski kısımlarına gittik; en eski kilise, Red Light bölgesi ve şehrin kapısı gibi bir yer.

Peki, neden kilise ile "Red Light" aynı yerde? Bir çoğu gibi bunun da bir hikayesi var tabi ki. Çok eski zamanlarda denizciler, uzun aylarca denizlere açılınca haliyle kadın eline değmemiş oluyorlarmış. Amsterdam'a ulaştıklarında bu sokağa uğrayıp, içip eğlenip, gönüllerini hoş ediyorlarmış. Eh tabi bu kadar günaha bulandıktan sonra hemen kiliseye koşup günah çıkarmak gerekmez mi?

Daha sonra, bir kaç ara sokakta dolandık.-Bu arada şehir deniz seviyesinin altında, hatırlatmakta fayda var-. Sanırım dünyada sadece Amsterdam'da bulabileceğiniz bir yerin önünden geçtik. Bir müze...Müzenin fotoğrafını çektim, biraz uzaktan da olsa. "Hash Museum"

Amsterdam'da evlerin en üst katlarında duvarın kenarında asılı kancalar var. Ama nerdeyse her evin ,bir sokak boyunca. Evlerin merdivenleri o kadar dar ve minikmiş ki, depolamak istedikleri şeyleri en üst kata, çatı katı "kapısından" sokuyorlarmış!

Ayrıca evler zamanla yamulup eğriliyormuş. O kadar çok eğri büğrü ev gördüm ki, gözlerimden şüphe ettim! veya kendi aklımın oyunlarından! Tim Burton'un herhangi bir animasyon filminde miyim dedim kendi kendime!

Biraz boş zamanımız vardı mini şehir turundan sonra, sokaklarda öylesine yürümeye başladık. Havayı koklaya koklaya...

Yine belki de başka yerde bulamayacağınız bir müzenin önüne geldik: "Sex Museum"
İçeride bir çok görsel(!) öğeye maruz kalıyorsunuz! Seksin tarihçesi, çok eski çizimler ve resimler, objeler, fotoğraflar vb. bir çok ilginç şey mevcut. Fotoğraf eklemek isterdim ama, özel seçtiklerimle yetinmemiz gerekiyor sanırım.


Atlamamam gereken bir ayrıntı daha vermek istiyorum. Anne Frank Müzesine gittik! Önce küçük bir salonda kısa bilgiler verdi sevimli bir kadın. Ardından adım adım çıktık çatı katına, Anne Frank'in yaşadığı odalara, dokunduğu duvar kağıtlarına dokundum. Anlatılanlar karşısında tüylerimin diken diken olmasına engel olamadım. Kendimi koydum onun yerine; yıllar önce kitabı okuduğumda da aynı duyguları hissetmiştim, ama bu sefer iki katı dehşete kapıldım!

Yorgun geçen bir günün sonunda, hep birlikte yenen yemeğin ardından, otobüse doluştuk ve eve döndük.

Fakat bir gün kesinlikle yetmedi.

Tekrar görüşeceğiz.